27 Şubat 2009 Cuma

28 ŞUBAT NEDİR?
(Bardağı Taşıran Damlalar)


Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.
Mustafa Kemal ATATÜRK

28 Şubat 1997 tarihinden bahsediyorum. Hani, tankların Sincan’da yürümesinin, ABD ve AB yanlılarını, Ilımlı İslam heveslilerini, dolaysıyla her fırsatta Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne karşı duran ve imkan bulduklarında ağzına geleni söyleyen mürteciler ve şeriat heveslilerini ve işbirlikçileri rahatsız etmesi vardı ya; işte ondan söz ediyorum.
12 yıl geçti 28 Şubat’ın üzerinden. Gençlerin bir kısmı olayı hatırlayamayabilir. O nedenle gerçeği bir kez daha yazmak gerek diye düşündüm.
Olay hakkında, kimisi ‘Ömrü kısa bir süreç’ dedi. Kimileri ise; ‘Geçici bir Hareket’ diye yorumladı. Bir kısım yazar ve TV yorumcuları ise; Demokrasinin Balans Ayarı ve Post-Modern Darbe gibi nitelendirmelerde bulundular.
Özellikle dinci kesim ise; Millet İradesi’ne Karışma, Siyasete Müdahale dediler. Türkiye’nin Ayarını Bozdular diyenler dahi oldu.
Dilin kemiği yok ya; ağzı olan aklına estiği gibi konuştu durdu.
Saplantı sahibi bazıları, gerçeklere gözünü kapatmayı ve tarihi yalana dolamayı ilke haline getirmiştir. Bunlar, geçmişle ilgili konuşmaya başladığında; eğer aksini söyleyecek yoksa; mangalda kül bırakmamacasına üfürürler. Ortalığı boş buldukça savururlar da savururlar. Nasıl olsa dur diyen yok. Tıpkı, Paul Valery’nin, ‘Boş bir caddede, köpek bile büyük bir gürültüyle koşar’ ifadesinde belirttiği gibi…
Tarihi gerçekleri saptırıp, yanlış bilgilendirmeyle insanımızın kafasını karıştırmak bu tür insanların maharetidir. Çünkü menfaatlerine öylesi uygun düşer.

* * *

Üzerinde böylesine saçma sapan beyanlarda bulunulmasına ve gerçeklerin Türk Ulusu’ndan gizlenmek istenmesine karşın; 28 Şubat’a nasıl gelindiğini ve neler olduğunu kısaca anlatmakta yarar var.
Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren süreçte, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığı’nda, Refah Partisi’yle Doğru Yol Partisi koalisyonu(Refah-Yol) iktidardaydı.
Özellikle dinci kesim, yani sözüm ona ABD’nin güdümündeki Ilımlı İslam sevdalıları, adeta kendilerince şeriat provalarına başlamışlardı. İktidarın Refah kanadı da buna destek veriyor görünüyordu. Muhalif basının sayfalarını bu tür haberler ve yorumlar doldurmaktaydı.
İşi öylesine ileri noktalara götürdüler ki; Başbakan olarak Erbakan, cemaat liderlerini, sarıklı ve cüppeli acayip kılıklı bir kısım adamları, Cumhuriyet Tarihimizde ilk kez, Çankaya’daki, Başbakanlık Konutu’nda verdiği bir iftar yemeğine davet etti ve ağırladı.
Görüntü, tam anlamıyla bir kepazelikti. Kendinizi bir an şeriat rejimiyle yönetilen bir ülkede sanmanız işten bile değildi. Günlerce bu konuşuldu. Türk Ulusu, Cumhuriyet Tarihi’nde ilk kez yaşadığı bu olayın şaşkınlığını bir türlü üzerinden atamıyordu.
İktidarın o dönemdeki güçlü kanadının bu ve benzeri davranışları, dinci kesimin ve maalesef kandırılmış gençlerin gemi azıya almalarına yol açmıştı.
Siyasetçilerin bütün arzusu iktidar gücüne sahip olmaya odaklanmıştı. Atatürk İlke ve Devrimleri, Laik Cumhuriyet, Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü İlkesi vb gibi kavramlar, hiç gündeme getirilmiyordu. Siyasiler, rant paylaşımını, demokratik ve hukuki değerlerin önüne geçirmişlerdi. Şeriat Yönetimi isteklerini alenen dillendiren bir kısım gençler, özellikle iktidar partisi yanlısı Belediyelerden büyük destek görüyordu.
Bunun en son örneği de Ankara’nın merkeze çok yakın olan Sincan ilçesinde yaşanmıştı. Filistin Gecesi adıyla, adeta şerait provasını andıran, sözüm ona, tiyatro gösterisi düzenlenmişti. Gecenin onur konuğu ise; İran’ın Ankara’daki Büyükelçisiydi.

* * *

Olayların seyri, işin çığırından çıkmak üzere olduğunu işaret etmekteydi. Toplumda, üfürükçüler, dinci söylemlerle öne çıkanlar, Dini kisvelere bürünmüş bir kısım insanlıktan nasibini almamış mahlukların, kandırarak alıkoydukları genç kızların televizyon ekranlarına taşınan cinsel istismar, taciz olayları ve dolaysıyla mağduriyetleri inanılacak gibi değildi.
Anlatmaya çalıştığım bu şartlarda 28 Şubat 1997 tarihine gelinmişti.
O gün Milli Güvenlik Kurulu(MGK) Toplantısı vardı. Toplantı başlamıştı başlamasına ya; bir türlü bitmek bilmiyordu. Toplumun bütün kesimlerini bir merak sarmıştı. Hepimizin gözü kulağı Çankaya Köşkü’ne ve oradan gelebilecek haberlere kilitlenmişti sanki.
Herkes, MGK Toplantısı’nın sonucunu bekliyordu. 9.5 saat süren toplantı nihayet bitmişti. Köşk’ün kapısındaki hareketlilik ekranlara yansımaya başladı. Hepimiz, neredeyse televizyon ekranlarına yapıştık.
Köşk’ten ayrılanlardan özellikle siyasetçilerin suratları sirke satıyor gibiydi. Hiç kimse açıklama yapmıyor ve kapıdan çıkan süratle Çankaya’dan ayrılıyordu. Meraklar daha da artmıştı.

* * *

Başbakan Erbakan’ın, Köşk’ten ayrılırken, yüzünde her zamanki ifadesi yoktu. Erbakan’ın yüzündeki malum ve inandırıcılıktan uzak yalancıktan gülümsemenin yerini, hiç alışık olunmayan oldukça asık bir ifade almıştı.
Kısa bir süre sonra, nihayet gerçekler su üzerine çıkmaya başladı.
Anlatılanlardan; içeride Komutanların, özellikle, Başbakan’ı, oldukça ağır bir dille ve irticai faaliyetler konusunda suçladıkları ve sıkıştırdıkları sonucu öğrenilmişti. İrticai faaliyetler gibi bir konuda hükümetin yeterli duyarlılığı göstermiyor olması, Komutanlar’ca sert bir dille eleştirilmişti.
Zaten toplumun önemli bir kesimi, yani Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne, özde, bağlı olanlar; irticai faaliyetlerin, hükümetin Refah kanadından, destek gördüğünü ve buna da DYP kanadının pek ses çıkarmadığını anlıyor ve sanki destek sağlandığını da görüyordu.
Ancak, Refah-Yol Hükümeti’nin kimselere aldırdığı yoktu. Her iki partinin lideri de; ‘Dediğim Dedik’ deyip, inatlarını sürdürüyor ve ülke gerçeklerine sanki gözlerini kapıyordu. Hele Tansu Çiller tutulup, kapılmıyordu. Herkeslerin Anası, Bacısı olmaya hevesliydi. Gaf üstüne gaflar yapıyor, sonra da, herkesle birlikte yaptıklarına kendisi de gülüyordu. Yani, kısacası gerçeklerin ve olup/bitenin farkında değildi. Onun derdi varsa/yoksa koltuktu…
Toplumdaki huzursuzluk da alabildiğine artmıştı. Türk Ulusu neredeyse barut fıçısı gibi olmuştu. Gerilim son safhaya ulaşmıştı.

* * *

Sonuçta, Erbakan, her ne kadar 28 Şubat’ı ABD’lilerin hazırladığını iddia etmiş olsa da; Başbakanlık koltuğundan olmuştu. Tansu Çiller’le dönüşümlü Başbakanlık dönemi başlamıştı. Onun da ömrü fazla uzun sürmedi.
Özellikle Refah Partisi’nin, Laik Cumhuriyet’e karşı irticai faaliyetlerin öne çıkması çabalarını hoş görür mahiyette davranış sergilemesi, Tansu Çiller ve ekibi ile diğer siyasetçilerin de siyasi hırslarını öne çıkarmaları, ülke gerçeklerini görmelerini engelliyor olmalıydı. Aksi olmuş olsaydı; her şey çok daha farklı olabilirdi. Ama, onlardan böylesi bir davranış da beklenemezdi.
Bilindiği üzere; Cumhuriyet Dönemi boyunca; İrticai faaliyetler hiçbir zaman yok olmamıştır. Aksine sıkıyı görünce sadece sinmiş ve uygun ortamı beklemiştir. Kendisi için şartların oluştuğuna karar verdiğinde ise; yeniden ortaya çıkmakta bir beis görmemiştir. Bugün bize dayatılan Ilımlı İslam saçmalığı da; bu anlattığımın bir başka şekli değil midir?
Cumhuriyet Tarihimiz bize göstermektedir ki; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne saygı göstermeyen, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş olan Kazanımları’na sahip çıkmayan siyasetçiler, ilk fırsatta, ya silinip yok oluyor, ya da siyasi hayatları büyük yara alıyor. Öyle bir yara ki; iyileşmesi uzun sürebilecek bir yara.
Siyasi Tarihimize 28 Şubat olarak geçen olayların özü kısaca bu anlattıklarımdan ibarettir. Üzerinde çokça konuşulmuş, bir o kadar da kitap yazılmış olan bu konu, bir kısım insanlar tarafından maalesef yanlı olarak anlatılmaktadır. Böylelikle de; yeni yetişen gençlerimizin doğru bilgiye ulaşmaları engellenmektedir.
Gerçeğe aykırı yazılanlarla insanımızın kafasını karıştıranlar, hem tarihsel sorumluluklarının ve hem de; yanlış bilgilendirme sebebiyle geleceğimizin karartılmasına yol açıyor olmalarının vebalini, er geç elbet ödeyeceklerdir.
Takdir sizlerin!
Bu durumda; 28 Şubat Post-Modern Darbe mi, yoksa Demokrasi’nin Balans Ayarı mı, veya Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Anayasa’nın kendisine verdiği görev gereği Laik Cumhuriyeti koruma, kollama ve ilelebet bekçiliğini yapma görevi icabı, hükümetin dikkatini bir noktaya çekme midir?
Adını siz koyun.
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
Cumhuriyet Neferi
www.cengizonal.blogspot.com

Hiç yorum yok: