7 Haziran 2008 Cumartesi

TURGUT ÖZAKMAN İLE SÖYLEŞİ

Ulus Gazetesi’nin, siz okurlarına sunmaya çalıştığı röportajlar kapsamında bu hafta da Tarihçi-Yazar Turgut Özakman konuğumuz oldu.
Birçok alanda Türk Ulusu’na önemli hizmeleri bulunan Özakman; Devlet Tiyatroları’nda Genel Müdürlük, TRT Genel Müdürlüğü’nde Genel Müdür Yardımcılığı, Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda Üyelik ve Başkan Yardımcılığı gibi bürokrasinin en üst kademelerinde görevlerde bulundu.
Ayrıca, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde, 30 yıl kadar da öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Çoğunluğumuzun eserlerini okuduğumuz, tiyatrolarda muhtelif oyunlarını izlediğimiz Turgut Özakman’la, kendisinin gençliği döneminin en etkin gazetesi olan ve bugün de siz okurlarına hizmet etmek amacıyla yayınını sürdüren ULUS Gazetesi ve eserleri hakkında söyleştik. Söyleşiyi Gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Cengiz Önal gerçekleştirdi.
Aşağıda bu söyleşiyi sunuyoruz…

ULUS’UN BENİM İÇİN ANLAMI BÜYÜK

C. ÖNAL-Efendim, ULUS okurlarına kendinizi tanıtır mısınız?
T. ÖZAKMAN-1941 yılında Ankara’ya geldim. Ulus, o günden beri evimize gelen gazeteydi ve adeta birlikte büyüdük. ULUS, o bakımdan bizim için son derece önemlidir. Falih Rıfkı ATAY, Ulus’un o yıllardaki baş yazarıydı. Nurullah Ataç da yazardı. Bir gün bir iki hikayemi götürmüştüm. Yayınladılar. Çok zaman geçti. Tam 62 yıl oluyor. Çok ta mutlu oldum, gazeteyi aldım, okula liseye gidiyordum, gazeteyle ilgilenen olmadıydı.
Bir süre sonra haber verdiler ve müdür bey, ‘Telif hakkını gel al’ dedi. Bu, 250 kuruşluk ve çok büyük bir paraydı. Böylece, ilk telif hakkımı Ulus Gazetesi’nden aldım.
O para bitmez tükenmez bir para gibi gelmişti bana.
Ulus’un o zamanlar haftada 2-3 gün süren kültür sanat sayfaları vardı. Biz o zamanlar halk eviyle ve o dönemdeki medya ile yetiniyorduk. Radyo henüz yoktu, bir süre sonra bu ortama radyo da katıldı.
Bizler, Radyo ile yetişen kuşağız. Bu, aynı zamanda Cumhuriyet kuşağıdır.
İstanbul Bakırköylü’yüz biz. İlkokulu orada okudum. Bugün taş okul denilen mektep, taş mekteptir. Sonra, Kırıkkale’de ortaokulu bitirdim. Ardından da Ankara ya geldim. Kurtuluş lisesi adını taşıyan okulun adı birinci ortaokuldu. Cebeci’deki okul da dördüncü ortaokuldu.
O zamanlarda karma eğitim henüz başlamamıştı. Ortaokulu bitirince Ankara Erkek Lisesi’nde okudum. Orası da sonra karma oldu. Çok da güzel oldu. Daha sonra da; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gittim. 1952 yılında da bitirdim. Kısa süre Avukatlık yaptım. Basın-Yayın Umum Müdürlüğü’ne girdim. Oradaki görevimi yaparken; tiyatro, televizyon gibi faaliyetlerim oldu. Bunların dışında da görevim olmadı, baçkaca da bolca yazmaya çalıştım. Bu itibarla; ULUS’un benim için çok büyük bir anlamı vardır…

TARİHİMİZİ İYİ ÖĞRENMELİYİZ

C. ÖNAL-Hocam, büyük çoğunluğumuz, Milli Mücadele’yi o büyük ve muhteşem eseriniz olan ‘Şu Çılgın Türkler’den öğrenmeye çalıştık. Ayrıca, şimdi de; ‘Diriliş’ adlı eserinizden de Çanakkale Savaşlarını öğrenme gayreti içindeyiz. Zamanla dinlediğim sohbetlerinizde ve televizyon konuşmalarınızda; ‘Önce –Diriliş- yazılmalıydı. Ama, bir kısım teknik nedenlerden dolayı, ‘Şu Çılgın Türkler’ Diriliş’ten önce yayınladı…’ diyorsunuz… Okurlarımıza, bunarın kronolojik sırasıyla gelişimini anlatabilir misiniz?
T. ÖZAKMAN-Bakınız, bizim önemli bir tarihimiz var. Bu tarihimizin çok iyi bilinmesini önemsiyorum. Hatta, bunun bilinmeden ülke yönetimine talip olmanın yeterli olamayacağını düşünüyorum.
Tarihimize şöylesine bir baktığımızda;
1-Pek çok hata yapmışız. O kadar çok hata yapmışız ki; onların neler olduğunu öğrenmeliyiz ve bu hatalara bir daha düşmemeliyiz. Tarihimizi öğrendikçe; karşı taraf bize karşı hata yaptığında; bunlara karşı nasıl tedbir almamız gerektiğini öğreniriz.
2- Tarihimizde gurur duyacağımız uyarıcı, aydınlatıcı pek çok örneğimiz var. Bu örneklere bakıldığında; bize karşı yapılanlar karşısında nasıl dik dururuz, milli benliğimizi nasıl koruruz bunları öğreniriz. Böylelikle de; onun bunun oyuncağı olmayız.
Ne yazık ki biz; Tarihimize gerçeğe uygun olarak yaklaşmadık. Tarih dersleri, maalesef çocuklarımızın en az sevdiği derslerden birisidir. Gerek derslerimizden ve müfredat programından ötürü, gerekse öğretmenlerin tavrından ötürü, Milli Eğitim, Türk Tarihini çocuklarımıza sevdirebilecek yolu bulamadı.
En azından;1950’den beri başlayan bir karşı devrim hareketi var ki sormayın gitsin. Bu maalesef kitaplara da ulaşmaya başardı. Çok kısa bir süre önce yaşanmış olanları, tarihle ilgisi olamayanlar yüzünden, rahatlıkla sulandırmaya, çarpıtmaya başladılar. Ne yazık ki; karşılarında öyle tepki gösterecek bir kitle de bulmadılar. Çok az bir kitle buldular ama yeterli olamadı. Mesela Türk Tarih Kurumu bu yalanlara karşı çıkabilirdi ama yapmadı, yapamadı. Derin bir sessizliğe büründü. Milli Eğitim Bakanlığı da sessiz kaldı.
Bizim, eli öpülesi çok büyük tarihçilerimiz var. Onların, sanıyorum bu yalanlardan haberleri bile yok. Bir kısmı da bu yalanlarla boğuşmak istemedi. Neticede bu yalanlar giderek kemikleşti,yayıldı kaldı...
Bugün o yalanlara inanan tarih öğretmeleri var ülkemizde. Ortaokullarda ve liselerde bu yalanlardan oluşan tarihi anlatan öğretmenler var. Devlet eliyle yalanı yayıyoruz. Bir ara, son zamanlarda liselerde okutulan yakın tarihimizin kitabını okudum. Gerçeği saptıran bulanık bir anlatım yer alıyor.
Devlet kendi öğrencisini yalanla eğitir mi? Bu çok talihsiz bir olay, çok tehlikeli bir şey. Çocukları kandırıyoruz…
Diyelim ki; bu yanlış tarihimizi okuttuğumuz çocuklarımız politikacı, teknokrat ve bürokrat olacaklar. O yarım yamalak tarih bilgisiyle Türkiye’ye yön vermeyle çalışacaklar. Sonuç, sizlerin de görebileceği gibi hiç de iyi değil. Türkiye, bu bilgisiz yönetimden dolayı bu hale geldi.

TARİHİ YALAN-DOLANLA DOLDURDULAR

C. ÖNAL-Bu hal nedir efendim? Bize, geldiğimiz bu nokta hakkındaki görüşlerinizden de bir miktar aktarır mısınız?
T. ÖZAKMAN-Mesela nedir bu yalanlar dersek…? Birini hemen söyleyebilirim. 500 milyar dolar borcumuz var diyorlar. Bu, bir ülke için felakettir. Tabi ki; bizim ülkemiz için de felakettir… ‘Borç yiğidin kamçısıdır’ deniliyor… Gülmemek elde değil. Bu kadar büyük rakama ulaşmış olan borç kamçı değil, olsa olsa boyunduruktur.
Tarih diyor ki; borçlu olduklarımız, sadece bu parayı geri istemez, başka şeyler de isterler… İmtiyaz isterler. Hatta toprak isterler. İnanmayanlar, dönüp yakın geçmişteki tarihe bir baksınlar…
Bizi yönetenler ve destekçileri belli çevrenin adamlarıdır. İş adamlarıdır bunlar. Sahiden tarihimizi bilseler; bu tehlikeyi görürler ve sonucunu da çarçabuk anlarlar.
Fakat tarihi bilmiyorlar. Adeta, tarih bilmeme eğitiminden geçmişler. Ben bu insanların yakın tarihimiz ile ilgili anlattıklarına bakarak titriyorum. Kendilerine göre hayali tarih yaratmışlar yada böyle bir tarih bunlara sunulmuştur. Verdikleri eğitimle bunu kabul etmişlerdir. Yakın geçmişi öyle sanıyorlar.
Halbuki öyle değil yakın geçmişimiz. İşin doğrusuna baktığınızda; Türkiye’de yaşayan her insanın gurur duyacağı bir yakın tarihimiz mevcuttur.
Bunun içinde yanlışlık var mıdır?
Elbette ki vardır.
Eksiklik var mıdır?
Hem de çok vardır.
Avrupa’nın 200 yılda sağladığı o büyük atılım 15 yılda yapılabilir miydi? O yıllar içinde Osmanlı aydını, bürokratı yerine yeni insanı yaratmaya çalıştık. Bunda bir yere kadar başarılı olunabildi.
Ama, bizim çok partili seçim dönemine girmemizin ardından bir çok şey aksadı. Tabi bir çok iyilikler de geldi bununla birlikte. Birçok olumsuzluklar da geldi.
Atatürk dönemi kalkınması kesintiye uğradı. Bilime, sanata, kültüre yaklaşımımız sıfıra yaklaştı. Devlet sanat kurumu bulamadığı, kuramadığı için onları da yok etme gayreti içerisine girdi. Bugünkü iktidardan değil, son 30 yıllık iktidarlardan söz ediyorum.
Bir gün onlara operanın, tiyatronun Cumhuriyet’in kurduğu büyük kuruluşlar olduğu, misyonu bulunduğunu söylediğim zaman; bana şöyle diyorlar, ‘Bunları vakıflara, belediyelere devredecekler...’ Bunu söyleyen yetkiliye, ‘Saygıyla değil, lanetle anılırsınız…’ diye cevap verdim ve o tartışmayı da noktalamıştım. Neyse ki; bu hatayı yapacak kişi o olmadı. Çok da iyi oldu…
Şimdi biz iki büyük sorunun karşısındayız.
Birincisi; bir yeni Osmanlıcılık özlemi var. Bunlar Osmanlı tarihini bilseler böyle bir özleme kapılmazlar.
İkincisi ise; Batıcılarımız var. Onlar da batı tarihini bilmiyorlar. Bilseler böyle körü körüne batıcı olamazlar.
Daha garibini söyleyeyim; bizim bazı milliyetçilerimiz de; Milli Tarihimizi bilmiyorlar. Maalesef bilgisizliğin cefasını çekiyoruz milletçe… Açıkçası, durum bu. Milletçe, yeniden tarih derslerimize çalışmamız lazım. Çünkü bugünü dün yarattı. Yarını da bugün yaratacak!
Ama, tarih bilgisini kaldırırsanız bugün kalmıyor. Dün ortadan kalkıyor. Çünkü bunların hepsi bir süreç. Bu süreç Çanakkale ile başlıyor.
Çanakkale’yi başlatan, 600 yıllık bir Osmanlı tarihi. Onun arkasında da 200 yıllık bir Selçuklu ve beylikler tarihi var. İşte, onun arkasında da yüzlerce yıllık Karahanlılar, Gazneliler var… Hindistan da ki Babür var. Orta Asya’daki Türkler var.
İnsanlarımız, Anadolu’da bir büyük halk şairi olan Karacaoğlan’ın varlığını ancak ikinci meşrutiyet döneminden sonra örendi. Ne acıdır ki kendi kültürümüzü bilmiyorduk. Osmanlıda anavatan bilinci yoktur. Anadolu Osmanlının anavatanı değildir. Onun için en önemli yer İstanbul’dur .
İstanbul o surların içine girmiş. Surların içinde de kalmıştır.

GERÇEKLERİ ÇARPITTILAR

Anadolu’da Osmanlıdan çok Selçuklu eserleri vardır. Selçuklu Anadolu’ya daha çok sahip çıkmıştır. Osmanlı öyle yapmamış. Sadece yayılmış. Büyük bir imparatorluk olmak istiyor. Aden’e(Yemen), Kırım’a, Kafkaslar’a, Afrika’ya ve Fas’a kadar uzanan dev bir imparatorluk…
Şimdi, dünyada öyle bir imparatorluk olmuş bir milletin, topluluğun; küçüle küçüle Balkan Savaşı’ndaki hale gelmesi, maalesef tarihte kayıtlı değil. Bunu, yani böylesine küçülmeyi, ne acıdır ki, başaran yalnızca biziz… Tabi bunun pek çok sebebi var.
Din ile Bilimi birbirinden ayıramadık. Halka bilgi veremedik. Avrupa bilgi reformu yaparken, dolaysıyla da aydınlanırken; biz bunun çok gerisinde kaldık. Onlar sanayi devrimini yaptılar, biz bunu duymadık bile… Sadece uçakları tepemizde uçmaya başladığı zaman, trenleri canavar gibi sirkeciye dayandığı zaman Avrupa da bir şey olduğunu görmeye başladık. O zamana kadar hiçbir şeyin farkında değiliz.
Biz bu rüyadan, kendi kendimize yattığımız rüyamızdan uyandığımız zaman; Avrupalı’nın 200 yıl gerisinde kaldığımızı gördük. Gittikçe bu açık azalmadı, aksine arttı.
Balkan savaşında, 3,5 yıl önce kurulmuş devletin ordusu Osmanlı devletinin ordusunu evire çevire yendi. Sonra, Edirne’yi de elimizden aldılar. Hem de son taşına kadar. Böylelikle de; Osmanlıyı kafa tutamayacak hale, yani hiç direnmeyecek hale getireceklerini sandılar. Bu oldukça yanlış bir kanıydı.
Isa süre içinde müthiş bir yurtseverlik patladı. Türk milliyetçiliği o bakımdan emperyalizme karşı bir tepkidir. Aynı zamanda Osmanlı içindeki etnik gurupların ırkçılığına karşıda bir tepkidir.
Milliyetçilik çok geç gelmiştir, çok geç uyanmıştır. Ama, uyanınca da iyi uyanmıştır işte…
Çanakkale’yi yaratan da bu ruhtur... Bu yüzden ben ona ‘Diriliş’ dedim. Çünkü yıllarca, yüzyıllarca uyutulmuş bir millet tarihiyle, bilimiyle, sanatıyla, türküleriyle, tarihiyle birden bire ayağa kalktı. 1912’deki durum ortada… Dergiler çıkmaya başlıyor, konferanslar veriliyor, toplantılar yapılıyor… Ama ne acıdır ki; bir Türk, tarihini bile Leo Kavi adındaki bir yabancıdan öğreniyor.
Osmanlı tarihini de; gene bir Avusturyalı’dan öğrendik. Tıp tarihimiz hakkında da bilimsel bir tarihimiz yoktu. Bizim tarihçilerimiz, umumiyetle padişahın güncesini yazan saygıdeğer insanlardır. O bilimsel olarak bilinen tarih Cumhuriyet’ten sonra oluşmuştur.
Şimdi, bundan 100 sene evvel yaşanmış bir hayatı biz nasıl değerlendirebiliriz? Bunu ancak belgelere bakarak ve o dönem tanıklarının anılarından çıkartarak yapabiliriz. Başka şansımız da yok zaten. Hepimiz aynı belgelere bakıyor, aynı tanıkların anılarını inceliyoruz.
İşte sıkıntı da bu noktada başlıyor. Evet, hepimiz aynı belgelere bakıyor ve aynı tanıkların anılarını inceliyoruz ama, Türkiye’de bir kısım yarı tarihçi var ki; onlar bu belgelerin işlerine gelmeyen kısmını bir kenara koyuyorlar. Geri klanlar da işerine gelmiyorsa; yerlerine yeni ve yalan belge imal ediyorlar. Tanık bulamazlarsa uyduruk insanları Tanık diye yutturuyorlar. Daha da olmazsa; ‘Ninem’den yada Annem’den duydum…’ diyorlar.
Şaşıracağınız şeyler var. Mesela bir tanesi diyor ki, ‘…ben annemden duydumdu Vahdettin Türkiye’yi terk ederken bütün okullar Kabataş rıhtımında kendisini uğurlamaya gelmişler. Kız öğrenciler de gelmiş…’. Yine Annesi’nden duyduğuna göre, ‘…Vahdettin giderken demiş ki… falan, filan…’. Bunu anlatan adam böyle söylüyorsa ve ciddi bir şekilde anlatıyorsa; çok ciddi bir sorunu var demektir. Bilerek, kasten bunu anlatıyorsa büyük ayıp ediyor demektir. Hem de çok büyük ayıp ediyor demektir. Yani bu hakikate ihanet demektir. Bilgi çağındaki en büyük suçlardan birisidir…

MİLLİ MÜCADELE’Yİ KÜÇÜMSEMEYE ÇALIŞTILAR

C. ÖNAL-Efendim, gerek Diriliş, gerekse Şu Çılgın Türkler ve tiyatro oyunlarınız, yazılarınız konularında o kadar çok konuşulacak şey var ki, aylarca konuşsak yetmez. Gazete’nin tamamını bu röportaja ayırsak ve de haftalarca yayın yapsak yine yetmez. Onun için yalan yazan tarihçilerin, gökyüzünden bir bulut yumağının inip İngiliz tümenini yok ettiğini iddia ettikleri bir olay var. Böylelikle de Gelibolu’daki gerçekleri başka anlamlara büründürerek anlatıp, insanlarımızın gerçekleri görmelerini engellemeye çalışıyorlar. İngiliz Taburu’nun yok olması olayını sizden dinleyebilir miyiz?
T. ÖZAKMAN-İngiliz taburu olayı oldukça basit bir hadisedir. Tabur tepenin yamacına doğru ilerlerken; o bölgenin özelliği ve havanın da nemli olması itibariyle ortalık bulutlanıyor. İngiliz Taburu da buluta doğru yürümeye devam ediyor. Tabur biraz ilerleyince de; o bölgede mevzilenmiş Askerlerimizce, savaş şartlarının gereği olarak yapılan çatışmada, bütün tabur süngülenerek yok ediliyor.
Bu, basit bir hikaye. İngiliz Taburu’nun nerede gömüldükleri belli. Bunlarla ilgili belgeler de ortada. Ama sarhoş üç tane İskoçyalı asker bu olaydan 35 yıl sonra, -ki bunlara savaş hayali deniyor- ortaya bir şeyler atıyor. Bununla ilgili bir film de çevrilmiş. Ama Türkler esir olan bu askerleri, İngilizleri öldürmüş gibi gösteriliyor. Bizi asla yapmadığımız bir suçla itham ediyorlar.
Allah, yere bulutu indirdi ve İngiliz alayını, -dikkat ediniz tabur alay oldu- içine alıp götürdü. Sahiden de taburu yada hurafecilere göre alayı bulut kapıp da denize döktüyse; size sorarım, Çanakkale zaferi bir alayla kazanılır mı?
Allah’ı birebir bu savaşın içine kattıkları zaman sonucunu da hesap etsinler. Çünkü biz 4 yılın sonucunda yenildik. Çanakkale’yi İngilizlere teslim ettik. Yani onların anlatmaya çalıştıkları, Allah İngilizlere yenilmiş gibi oldu.
Anlatmaya çalıştıkları o ilahi güç İngilizlere yenilmiş oluyor. Gerçek Müslümanlar bu anlatılanlara saygı duymaz. Benim tanımış olduğum Allah bu savaşa katılmış olsaydı; bu savaş bir saniyede biterdi. Koca evreni yaratan Allah 8,5 ay uğraşacak. Buna ne gerek var? Bir-kaç saniyede işi bitirir olur biterdi…
Size bir yalan daha söyleyeyim. Bir tanesi de diyor ki; Allah Gelibolu ormanlarında yırtıcı aslanlar yarattı. Onlar da İngilizleri parçaladı. Şimdi bu yalancının bilmediği, palavra sıktığı şundan belli. O tarihe Gelibolu’da orman yok ki… Çıplak bir arazi, bir iki yerde zeytin ağaçları var. Birkaç kavak ve zeytin ağacının olduğu bir yer nasıl oldu da orman oluverdi? Yalan! Hepsi yalan!
Bu palavracı zihniyet Milli Mücadele’ye karşı olan zihniyettir… Hatta, Osmanlı’ya göre, o Milli Mücadele önemli değilmiş. Zaten, hatta Yunanlılar’la birazcık boğuşmuşsuz. Bu boğuşmayı da uzatmışız. Onu d yani uzatmayı biraz da abartıp, 4 yıl yapmışız. Bir başkası da diyor ki; ‘…o 4 büyük savaştan 4 büyük tören çıkartarak gülünç oluyoruz falan...’. Bunu, emin olun Yunan askeri kaynakları yazmıyor. Yunanlının tarih kitaplarını okuyan birisi olarak söylüyorum, Yunanistan’da hiç kimse böyle yazmıyor ve söylemiyor. Bizdeki yalancıların yaptığı gibi böylesi bir saygısızlık asla yok!
Bu zihniyetin mensuplarının, Yunanlılar kadar, bizim tarihi gerçeğimize saygıları yok. Yunanlıların Anadolu Türkleri’ni sevdiğini söyleyemeyiz ama, bizdeki bu yalancılar, Yunanlılar’dan daha çok nefret ediyor kendi gerçeklerinden…
Kendi ülkesinin zaferinin üstünü örtüp karşısındakine zafer bağışlayan kafa nerede var? Bunlar sağlıklı kafa değil ama, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, gençlerimizin çok büyük bir bölümünü işte bu yalancılar eğitiyor, yönlendiriyor. Kitaplarda o çocuklar için neler saçmalanmış bir görseniz… O gençlere hitap edilen kitaplar, -2. baskısındaydı- ve -her birinin 10 bin bastığı söyleniyor- kitabın içindeki tek doğru yazarın adı ve soyadıydı.
Milli Mücadele ve Çanakkale hakkında bu kitapların yalanlarına inanan yüz binler var. Tarih öğretmenleri var. Tarih öğretmenleri genç beyinlere o yalanları anlatıyor. Bu çocuklar da maalesef sahi zannediyorlar. Anlatılanların en küçük dayanağı ve belgeleri dahi yok. Sineğin teri kadar dayanakları olsa; önlerinde saygıyla eğileceğim. Ancak öyle bir şey yok!
Ciddi bir araştırma yapmadıkları için her tarafını inceleyip bir belge sunmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Osmanlı çöktüğü zamanki medrese kafalılar, olaya biraz oradan biraz dıştan bakarak, bir yerlerinden tutarak bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar.
Bir takım yeni bilim adamlarımızda var ki; onlardan farkları yok. Diyelim ki Üniversite’de hocalık yapıyor ve Milli Mücadele hakkında bir yargıda bulunacak. Eleştirmek yerine yalana saparak söylüyor ne söyleyecekse… Yada eksik bakıyor. Tıpkı Fil’i tutan adam gibi… Kuyruğundan tutarsan Fil’in sadece kuyruk olduğunu sanır. O bilim adamı da; Fil’i tuttuğu kuyruk gibi zannediyor. Bilimin asgari kurallarına uyulur. Bu etik bir davranış olur. Ama nerede? Birde bu insanlar televizyonlarda ve gazetelerde yer alıyorlardı.

TÜRKLER ÖNCE KÜÇÜMSENDİ-AŞAĞILANDI

C. ÖNAL-Özellikle büyük bir çoğunluk Diriliş’i bir kez daha okusun. Hatta yavaş yavaş ve sindirerek okusun. Yoksa bu konuda günlerce konuşsak yine de zaman yetmeyecektir… Şu Çılgın Türkler’e gelelim… Türk’ün Milli Mücadele tarihini anlatan bir eser bu… Bize, şimdi de; Şu Çılgın Türkler hakkında bilgi verebilir misiniz?
T. ÖZAKMAN-Kuvayı Milliye Ruhu dediğimiz şey Çanakkale ruhunun bilinçleşmiş, hatta daha da çelikleşmiş halidir. Çanakkale’nin ön sözü çok yakışıyor. Giden yolu açmış oluyor. Biz kenetlenirsek, uyanık durursak, birlikte olursak emperyalizmi yenebileceğimizi Çanakkale’de gösterdik. Bu, çok önemli bir özgüvendir ki; Milli Mücadele’ye güç verdi. Hatta Milli Mücadele’yi bu özgüvenle başlattılar…
Atatürk’ü de Çanakkale dolayısıyla tanıdıkları için haklı olarak efsaneleşen bir komutan oldu…
Çılgın Türkler ifadesi, evvela aşağılamak için söylenen bir laftır. Bunu, hem İstanbul hükümeti kullanıyor, hem de Damat Ferit kullanıyor.
Bu dönemde, dünyanın her yerine sahip güçlü diye bilinen galipler cephesi var. Bunlar İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Amerikalılar… Dünya kamuoyu önünde Osmanlı ile Sevr Anlaşması’nı yapıyorlar. Bu, o an için Osmanlılar’la yapılan ayaküstü bir anlaşma değil. 100 yıllık bir hazırlığın ürünü. Sevr’in arkasında 100 yıl var. İstanbul Hükümeti, 1-2 günlük direnmenin ardından Sevr’i kabul edeceğini gösteriyor. Büyük bir murtlulukla olmasa bile; Avrupa nezdinde ve ona bağlanmış, boynu bükük, İngiliz mandasına girmek istiyor. Padişah da İngiliz mandasında olmaya dünden hazır. Belgeleri olduğu için bunları söylüyorum. Hiçbirisi tahmin değil bunların.
Ankara’da yarısı yanmış, diğer yarısı da kül ve toz-toprak olan ve cam bardak bile bulunamayan bir şehir merkezinde, yarım yamalak yeni bitmiş bir binada, 150-200 kişi toplanıyor.
Bu insanların hemen tamamı orta hallinin de altındaki insanlar. Bunlar Sevr’e ‘Hayır!’ diyorlar. İşte o zaman ‘Çılgın’ lafı kullanılıyor. Giderek de övgüye dönüşüyor.
Hiç beklenilmeyen bir şeydi bu. Emperyalizme ve onların paralı askerlerini, onların taklitçilerini, fırsatçılarını halk yeniyor, büyük bir kısmını da denize döküyor. Hem de hayalleriyle birlikte denize döküyor.
Ardından, Lozan’a gidiliyor. Lozan’da da kendi bağımsızlığını, yani dünya devletleri arasında eşit haklara sahip bir devlet olma hakkını tescil ettiriyor… İşte burada; çılgınlık olarak dedikleri yılmaz, yıkılmaz, yenilmeyi aklına bile getirmeyen, yurdu için her türlü fedakarlığı göze almış, çok kahraman insanlar anlamında ‘Çılgın’ kelimesi kullanılıyor…
Bu yüzden; kitabın adı olarak ‘Şu Çılgın Türkler’ ifadesini kullandım… Ama inanılmaz bir şey o! Bununla inanılmazın ne kadarını anlatabildim onu pek bilemiyorum. Bundan sonra çok daha etkilisini, çok daha ayrıntılısını yazacağına inanıyorum.
Biz, yakın tarihimizi gençlerimiz, yakınlarımız ve kadınlarımız için yazmalıyız. Köylülerimiz, işçilerimiz için yazmalıyız. Hepimiz yakın tarihimizi bilmeliyiz. O zaman Türkiye’de ki pek çok kavga kendiliğinden biter.
Şunu açıkça söylemek gerekirse; yakın tarihimizi bilmediğimiz için bloklara ayrılmış durumdayız. Böyle, kuzu gibi sessiz ve sakin durmamızdan heveslenen, iştahlanan insanlar oluyor. Ama, gerçek bunun tam aksidir. Onlara, hem içerde, hem de dışarıda uyuyormuş gibi yapacağımızı da göstermemiz gerekecektir.
Dışarıda yanlış bir şey yapacaklar, onlara hak ettiği tepkiyi gösterdiğimiz zaman da şaşakalacaklar. Artık, çağımızda bu milletin AB ile oyunlara gelmesi çok zor. Politikacı, bilgisizliğinden veya siyasi düşüncesinden dolayı oyunlara gelir, gelebilir… Başka maksadı vardır gelir. Ama Millet gelmez. Gelemez!
Millet bekler bekler ama sonunda tepkisini gösterir. Avrupa milletlerarası terbiyeyi bile göstermesi gerekirken; bunu bile bir kenara koymuş konuşuyorlar. Ben, tabii ki isterdim ki, benim söylediklerimle değilse bile, devlet bunlara ağzının payını versin. Terbiyeli konuşmayı öğrenmeliler.
Bakınız, bizim Dışişleri Bakanı’nın şahsını hedef alarak söylemiyorum, Türkiye aleyhinde konuşma yapıyorsa adam, buna izin verilemez. Verilmemeli de! Belki o Bakan o ağır lafları sindirebilir içine ama onun bulunduğu yer, o lafın millet için söylendiğini bilip, Türk milleti adına ona kükremesi gerekirdi. Kendi kişisel olgunluğu yada vurdumduymazlığı hiç geçerli olmaz. Orada oturmakla olmaz bu işler… Kendi kendine oturamaz orada. Ancak, orada, o görevin kendisine verdiği niteliklerle oturabilir. Onun için, baba gibi söylüyorum, ne olur Nutku okuyun. İsmet İnönü’ün anılarını okuyun. Okumazsanız anlamazsınız. Anlayamazsınız!

ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’NI
İMAMLARIN KAZANDIĞI BİLE SÖYLENDİ!

Siz bu işin farkında değilsiniz. Bundan önceki Liderlerden birinin Libya’ya gittiğinde anlattığı bir şey var. Ulusal Kurtuluş Savaş’ında biz 5000 şehit verdik diye anlatıyor. Yani 4,5 yıl süren bir kurtuluş savaşı 5000 şehit ile kapatılabilir mi? Bunların hiçbir bilgisi yok. ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı imamlarla kazandık’ diyor.
Çok muhterem din adamları elbette vardı. Onlara itirazımız yok. Şimdiki din adamlarımızın örnek alacağı, yurt sever din adamlarımız var o tarihte. Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, Denizli Müftüsü Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Kamil Efendi, daha niceleri… Yani, bunlar her daim saygı duyulacak insanlar. İstanbul’un o aşağılık fetvasına karşı duran 150 ye yakın Anadolu’lu din adamı var. O hain fetvayı sıfırlayan insanlar var.
İmamlarla Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazandığımızı söylemek; savaşın ne olduğunu, hele hele Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı hiç bilmemek demektir… Nitekim Çanakkale’yi şimdi bunlar hurafelerle anlatıyorlar. Bir tarafta yarım milyon asker, öbür tarafta yarım milyon asker, aşağı yukarı 18,5 ay içinde 1,5 milyon insan siperler içerisinde birbiriyle gırtlaklaşıyor. Bunu din adamalarıyla, dervişlerle anlatmak demek ne Allah’a saygı, ne dine saygı, ne de savaşı anlamamak demektir.
İçlerinde bulundukları cehaletin seviyesini gösteriri bu… Çok derin bir cehalet içinde bulunuyorlar…
Bana öyle geliyor ki, bizim bu insanlara, ‘Durun Efendiler!’ dememiz gerekiyor. Bunlar, böyle yapmakla dini de küçültüyor, Allah’ı da aşağılıyorlar. Gerçek Müslümanların Allah ile oynamaya razı olmaması gerekiyor.
Şimdi, Balkan Savaşı çok önemli bir hadise. Osmanlı, devletinden bahsederken ‘Devleti âliye’ diye bahsediyor. Sayılara döktüğümüz zaman, yani nüfus ile toprağı karşılaştırdığımızda; Osmanlı’nın ülkesiyle bir ilgisi kalmıyor.

KADINLARIMIZIN KAHRAMANLIKLARI
GÖRMEZDEN GELİNİYOR!

Niye böyle olduk biz? Çocuklarımıza Osmanlıyı çok iyi anlatmalıyız ki; aynı hatayı biz yapmayalım. Şu anda, bilimselliğin uzağına düştüğümüz zaman; çağımızdan kopmuş oluyoruz. Kadınlarımızdan söz etmezsek onlara, fırsat tanımazsak çağımızın gerisinde kalırız, çağımızdan koparız.
Çanakkale Savaşı’nda kahraman askerlerimizden söz ediyoruz da, kadınlarımızdan söz etmiyoruz. O dönemde kadın sokağa çıkamıyor. Eve hapsedilmiş, tıkılmış. Sanki ev kuşu. Eğer sokağa çıkar da tacize uğrarsa; polis, ‘Çıkmasaydın!’ diyor. Yani sokağa çıkmakla her şeyi kabul ettiğini söylüyor. Devletin polisi, kadını korumaya ihtiyaç bile duymuyor. Seçme hakkı yok, seçilme hakkı yok, mesleklere girebilme hakkı yok… Önünde açık iki yol var biri ebelik, diğeri de öğretmenlik. Öğretmenlerin sayısı da zannedildiği gibi on binlerce falan yok. Hepsini toplasanız 50’yi geçmiyor. O kadar var çünkü…
1915 yılını sonunda, İstanbul Üniversitesi’ne kızların da girmesi kabul ediliyor. Sabahleyin erkekler eğitim görüyor, öğleden sonra da 3-4 kız eğitim görüyor. O devrin tutucuları telaşlanıyorlar, ‘…koridorda kızlarla erkekler karşılaşırlarsa…’ diye. Sonunda ayrı bir binaya alıyorlar kızları…
1921 yılında akıllı bir Eğitim Bakanı bu uygulamaya son veriyor. O zamanlar Milli Eğitim bakanı değil, sadece Eğitim Bakanı… Ondan sonra, o devrin ulemasından birinin yazıları var, ‘…bunlar diz dize mi oturacaklar…’ diye.
Balkan Savaşı’ndan yeni çıktığımız zaman bu yenilik, dehşet verici bir yeniliktir. Adeta utanç verici bir yeniliktir. Ordu, halk ve yönetim için de böyledir. Kafaya bakınız ki; bulunan sebeplerden bir tanesi de kadınların etek boyu biraz kısalmış o nedenle… Yani Balkan Savaşını bile kadınlara fatura eden bir zihniyet, yobaz kafa Osmanlıyı batırdı. Malum Zihniyet, haritayı yasak etti. Resim, ‘…günahtır’ diye yasaklandı. Haritasız bir imparatorluk batar tabi. Rasathaneyi yıktırdı, matbaayı ülkeye sokturmadı, kadavra üzerinde doktor yetişemez dedi… Ancak padişah fermanıyla yapılabildi ceset üzerindeki doktorların çalışması…

BİLİME, ÇAĞDAŞ EĞİTİME
İTİBAR EDİLMEDİ, ENGELLENDİ!

Batı, medreselerini üniversitelere çevirirken; biz müspet ilimlerin tümünü medreselerimizden attık. Baron de Mont’un anılarında var. Medresedeki öğrencilere soruluyor; ‘…üçgenin iç alçıları toplamı kaçtır’ diye. Alınan cevap çok ilginç, ‘…üçgenine göre değişir…’ şeklinde oluyor. Okuldaki çocuk bunu bilmezse buna daha ne söylenebilir sizler takdir ediniz….
Bunlar, o dönemin yüksek öğrenim öğrencileri. İşte bilimden, bilgiden, dünyadan bir haber bir zihniyet…
Fransız ihtilali olmuş bizim aydınlarımızın bir kısmı bunun farkında ama Fransız İhtilali’ni bilmek yetmiyor ki. Bütün dünyada bu rüzgarlar eserken; sen kendi kendine kapılarını kapatıp, kendini koruyamazsın ki… Koruduğun şey eski olur. Dünyada her şey eylem halindeyken; bu yaptığın tutuculuk olur.
Bugün, Depremin, çok doğal bir hadise olduğunu idrak edemediği, aklı buna ermediği için ne diyor, ‘…falan yerdeki insanlar çok günah işlediler Allah onları cezalandırdı…’ diyor.
Diyanet İşleri Başkanlığımız ve de saygıdeğer din adamlarımız var. Birisinin, ikisinin değil tümünün bu yobazlığa karşı çıkması lazım.
Bu noktada bir anekdot aktarmak isterim:
Eniştem çok dindar bir insandı. Ona sorular sorardım. eski Müslümanlar çok güler yüzlü insanlardı. ‘Müslüman benim’ diye gerine gerine gezen takımından değildi o. Tevazu içerisinde gezerdi. O Müslüman tipini, bizim Müslümanlarımızı ne kadar da güzel temsil ederdi.
Camilerin dışı sadedir içi süslüdür. İnsanlarımız da öyleydi. Müslümanların da dışları çok sade ve güler yüzlü olmalı, ama içleri de zengin... Şimdi galiba tersi oldu. Eniştem, ‘Bir kelime ile tarif edeyim Müslümanlığı’ dedi. ‘İtidal’ dedi. Beni o kadar etkiledi ki itidalden dışarı çıktığımızda; sosyal hayatta da özel hayatta da itidalin dışına kaçtığınızda, maalesef çürüme başlıyor. İtidal lafını Osmanlı özlemini çekenlere anlatmak istiyorum.
Osmanlı tarihini bilseler Osmanlının doruk noktası Kanuni Sultan Süleyman dönemidir. Bundan sonra bizim yavaş yavaş çürüme dönemimiz gelir. Kanuni dönemini özlemenin faydası yok artık. Çünkü o dönemi bir daha geri getiremezsiniz. Son yüzyılı bilseler onu hiç özlemezler.
Son yüzyıl bizim çok üzücüdür, utanç vericidir. Devlet-i âlinin sadrazamı, siyasal konjonktüre göre Fransız, İngiliz ve Rus Büyükelçileri’nin onayını almadan hiçbir şey yapamıyor. Böyle bir devlet olur mu? Maalesef var!
Çocuklar ziyaretime geldiğinde; onlara ‘Kapitülasyonlar nedir?’ diye soruyordum. Hiç birisinden doğru dürüst cevap alamadım. Kapitülasyonları bilmeden geziyorlar, yaşıyorlar.
Bir kısım yöneticiler de; 25-30 yıldır bilmiyorlardı. Bilselerdi sanırım bazı kararların altına imza atmazlardı. Kapitülasyonları bilmeden bugünlere kadar maalesef geldik.
Emperyalizm nedir, ne değildir? Emperyalizm denilince ben rahatsız olan insanlar biliyorum. Son 100-150 yılın en büyük siyasi olgusu bu… Bugün ismi değişmiş olarak yine gelmiş. Bunu anlamadığınız sürece bizim gibi küçük devletleri yönetmek hiç zor değildir yem olusunuz. Biz de yem olmak üzereyiz.

GÜNCEL SİYASET ÜZERİNE

C. ÖNAL-Hocam, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaklaşık 6 yıldır yöneten ve bana göre de Ülkeyi ortaçağın karanlığına doğru sürükleyen, bulabildikleri her imkanı değerlendirerek Atatürk ve O’na ait değerleri gençlerimizin kafalarından söküp atmak isteyen ve ABD’nin talimatları ve AB’nin da arzularının dışına çıkamayan AKP ve Zihniyeti hakkında neler düşünürsünüz?
T. ÖZAKMAN-Genellikle güncel siyasi konulara girmeme prensibim vardır. Ancak böylesi güncel bir konu için şöyle söyleyeyim. Ben bunlara yakın tarihimizi öğrenmelerini babaca öneriyorum. Tarihimizi bilseler bu çizgide durmazlar. Bu gidişin Türkiye için hayırlı olamadığını fark ederler. Hayırlı, yararlı olsaydı Osmanlı imparatorluğu bölünmezdi.
Osmanlı imparatorluğunu kimse yıkmadı, yıkıldı. Cenaze namazı merasimi görülüyordu, Milli Mücadele yürürken; Osmanlı musalla da yatıyordu. Osmanlı niye böyle oldu? Kanuni dönemi, o muhteşem Osmanlı tarihini, Sinanları, Fatih Sultan Mehmetleri incelerlerse tarihten çok güzel dersler çıkarırlar. Bu dersler onları aydınlatır.
İşte Mustafa Kemal Çanakkale’de, Gelibolu’da devletin niteliklerini kafadan atmadılar. O bir gereklilikti, bir zorunluluktu. Başka bir çıkış yolu yoktu. Başka bir çıkış yolu olduğunu zannedenler; Milli Mücadele’nin hukuki, milli ve ekonomik olaylarının ayrıntılarını bilmeyen insanlar görecekler ki; Milli Mücadele, onun devamı Çanakkale Savaşı, Mondros Mütarekesi ve devamındaki gizli anlaşmalar, değişimler rüzgara kapılmış ard arda devriliyor.
Osmanlı suni olarak ayakta… Devrilmekten daha beteri olacak. Yani padişah Vatikan’daki papa gibi olacak ama gücü onun gibi olmayacak.
Osmanlı’yı yazmak isteyen her aydın, Sevr Anlaşması’nı mutlaka okumalı. Bu barbar belgeyi okumadan hiçbir şeyi çözemezler.
AB’yi de anlayamazlar. Bizim 30 yıllık yanlışlıklarımızı da çakamazlar. AB sözcülerinin densizliklerinin, kabalıklarının, terbiyesizliklerinin acı sonuçlarını da görebilmeliler için tarihine çok iyi çalışmalı.
Hepimiz, yeniden tarih çalışmalı ve tarihimizi mutlaka çok iyi öğrenmeliyiz.
C. ÖNAL-Efendim, değerli görüşlerinizi, Ulus Gazetesi Okurları’na sunabilmemiz için, bizimle paylaştığınızdan dolayı size teşekkür ediyoruz.


CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.com
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

Hiç yorum yok: