30 Nisan 2008 Çarşamba

MGK TOPLANTISI’NIN ARDINDAN

Milli Güvenlik Kurulu, Nisan ayı olağan toplantısını, 24 Nisan 2008 tarihinde gerçekleştirdi.
Toplantı’dan sonra yapılan açıklamada; toplantıda,
-Irak’ın kuzeyinde üstlenmiş bölücü terör örgütüyle mücadelenin kararlılıkla sürdürüleceği, Irak’ın genelindeki olayların gözden geçirildiği ve bölgede yeniden yerini alabilmesinin değerlendirildiği, bu çerçevede istişarelerin sürdürülmesinin yararlı olacağının mütalaa edildiği ve başta ekonomik ve enerji konuları olmak üzere, çeşitli alanlarda işbirliğinin daha da geliştirilmesi üzerinde durulduğu,
-Kıbrıs’ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni sürecin ayrıntılı olarak ele alındığı, bu çerçevede Türkiye’nin Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarının desteklendiği, çözümün iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, garanti ve ittifak anlaşmalarının yürürlükte kalacağının vurgulandığı,
-Ermeni Çeteleri’nin 1915 olaylarına ilişkin asılsız iddiaları çerçevesinde yürüttükleri faaliyetlerin ele alındığı ve bu tür iddiaların Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında hiçbir sonuç vermeyeceğinin teyiden belirtildiği,
konularının görüşüldüğü belirtildi.
Ülke’nin içinde bulunduğu duruma baktığımızda; neler oluyor diye sormadan edemiyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti tarikatlar tarafından yönetilir bir hale gelmiştir. Gerekmedikçe ortaya çıkmamak kaydıyla irticai faaliyetler, devletin her sektöründeki sinsi çabalarını hızla sürdürmektedir. Eğitim yuvalarındaki dinci yapılaşma, çağdaş eğitimden uzaklaşma faaliyetleri olabildiğince hızlandırıldı. Dinci esaslı ve hurafelere dayalı bilgileri çocuklarımızın genç beyinlerine zerk edilmektedir. Bu, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne özde bağlı olan herkesler tarafından, oldukça iyi bilinen bir gerçektir…
Bugünlere sıkça dillendirildiği gibi; AKP ve Zihniyeti iktidarı ekonomi politikasını IMF’ye, Dış Politikayı ABD’ye ve İçişleri’ni ise AB’ye teslim etmiştir. Türk Ulusu’nun yaşadıkları hiç kimsenin umurunda değilmiş gibi davranılmaktadır.
Devlet bankalarından usule uygun olmayan şekilde sağlanan yüklü miktardaki krediler, yandaşlara pervasızca dağıtılmaktadır. Yetmediği yerde de; Cumhurbaşkanı başta olmak üzere RTE ve bir kısım bakanların ziyaret etmek için neredeyse özel seçtikleri Katar Emirliği imdada yetişmiştir. Bunlar yapılırken Atatürk Türkiyesi’nin itibarı asla gözetilmemiştir.
AKP’nin kapatılması davasının ardından, AB harekete geçmiş ve içişlerimize karışmanın, hatta müdahale etmenin yanı sıra, açıkça Yargı’yı baskı altına alma gayretlerine soyunmuştur. Bunda başarılı olup/olmadıklarını hep birlikte göreceğiz…
Ulusal Egemenlik haftasını yaşadığımıza bakmayın… Çünkü; Ulusal Egemenliğimiz, bir yandan emperyalist güç odaklarının ve bir başka cepheden de dinci yuvalanmanın elinde çocuk oyuncağı haline getirilmiştir. Türk Ulusu, Ulusal Egemenliği’ni dahi koruyamaz bir durumla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu, teslimiyet değilse; nedir?
Özellikle bu saymaya çalıştığımız konulara, her nedense, MGK Toplantısı’nda hiç değinilmemiştir.
Buradan, MGK’ya katılanlara ‘Akıl Vermek’ gibi bir iddiamız olduğu sonucu çıkarılmasın. Asla böyle bir derdim yok… Ancak, Türk Ulusu’nun beklentilerini de dile getirmek asli görevlerimden biridir.
Halbuki, gerek Anayasamız, gerekse TSK İç Hizmetler Yönetmeliği’nin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yüklediği o çok önemli sorumluluk hepimizce malum…
Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi TSK’ya verilmiştir.
Buna karşın; bugün açık bir şekilde Laik Cumhuriyet’in altını oyma faaliyetlerinin hepimiz farkındayız.
Türk Ulusu olarak; maalesef, bir araya gelememek gibi bir zafiyetimiz var. Ancak, toplumumuz, yukarıda saymaya çalıştığımız konuların da, aylık olağan MGK Toplantıları’nda irdelenmesini, en azından gündem dışı bile olsa görüşülmesini arzulamakta, bu konulardaki açıklamaları da beklemektedir.
Konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunulmayınca; farkı yorumlar yapılmakta, ümitler kırılmakta ve bu da doğal olarak Laik Cumhuriyet karşıtlarının ekmeğine yağ sürmek anlamına gelmektedir.
Oldukça hassas bir dönemden geçtiğimiz bu günlerde; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, bir o kadar daha, dört elle sarılmaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Türk Ulusu’nun içinde bulunduğu duyarsızlık çeşitli nedenlerden kaynaklanıyor olsa bile bunu mazeret olarak kabul etmek mümkün değildir.
Anayasamız’ın yetkili kıldığı organların, Türk Ulusu’nun içine sürüklendiği bu şartları çok iyi okuyabilmesinin yararlarını toplum olarak hep birlikte yaşayacağız.
Zaman, birlik, beraberlik ve omuz omuza olmak ve ortak mücadele etmek zamanıdır. Ordusu’yla bütünleşmiş bu milletin, zamanı boşa harcamak gibi bir lüksü olamaz. Olmamalıdır da!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

29 Nisan 2008 Salı

ASKERDEN NET TAVIR


Bu yılki 23 Nisan kutlamaları renkli ve duygu dolu görüntüler sergilediği gibi; Askerlerin, gerek bölücü terörün siyasi uzantısı olduğu sıkça söylenen DTP’li milletvekillerine karşı Açık Tavrını sürdürdüğü görüntüleri de karşımıza çıkardı.
Askerler, alışılmış siyasiler gibi değiller.
İyi ki değiller!
İLK MECLİS BİNASI’NDAKİ KUTLAMALAR
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Komuta Kademesi Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın başkanlığında, İlk Meclis Binası’ndaki 23 Nisan Kutlamaları’na tam kadro katıldı.
Özellikle Büyükanıt’ın, DTP’li milletvekillerinin elini sıkmaması dikkatlerden kaçmadı. Törene katılanların protokoldeki yerlerine oturmalarının ardından; DTP’li bir kısım milletvekillerinin, Büyükanıt’ın tam karşısındaki sıralara denk gelmesine karşın; ilgililerin asla gözgöze dahi gelmemeleri, birbirleriyle göz teması dahi kurmamış olmaları objektiflere sıkça takılan görüntülerdi.
Org. Büyükanıt, TSK adına hareket eden ve her hareketi Atatürkçü Düşünceye, Ordu’nun yapı ve inanç esaslarına uygun olması bilince olduğunu her fırsatta hissettiren prensipli ve Mustafa Kemal Atatürk’ün çok iyi yetiştirilmiş bir askeridir.
Genelkurmay Başkanı’nın bu açık tavrı, arkasından gelen en üst düzey komutandan Er’e kadar her askere örnek olmaktadır. Ayrıca Türk Ulusu da; böylesi açık ve kararlı bir tavrın gösterilmesinden büyük övünç duymaktadır.
ASKER, 23 NİSAN RESEPSİYONU’NDA YOK
Gün içinde yapılan çeşitli etkinliklerin ardından, akşam, Meclis Başkanı Köksal Toptan, Meclis’te 23 Nisan Resepsiyonu verdi. Davetlilerin eşleriyle birlikte davetli oldukları bu resepsiyona, AKP ve Zihniyeti milletvekillerinin eşlerini getirmedikleri gözlendi.
Dolaysıyla da; anılan resepsiyonda türbanlı hiç kimse yoktu. Sadece iki milletvekilinin eşi olan hanımlar türbanıyla gelmişlerdi. Bunlar da; medya mensuplarının ilgi odağı olduklarını fark edince; çarçabuk toparlanıp, kaçarcasına resepsiyonun verildiği mekandan ayrıldılar.
AKP ve Zihniyeti kurmayları, geçen yılki resepsiyona türbanla katılan hanımları için oldukça çok ve sert eleştiriye muhatap olmuşlar ve türbanla resepsiyona katılma dayatmasının sıkıntısını yaşamışlardı. Bu yılki resepsiyonda dikkatli olmaya çalıştılar. Kapatma davası üzerindeki tartışmalar sürerken ve toplum böylesine gerilmişken; yapılacak olan tek şey vardı. O da takiyye yapmak! Onlar da onu yaptılar…
Askerler, 23 Nisan Resepsiyonu’na da katılmadılar. Gerekçeleri ise; 23 Nisan’dan birkaç gün öncesinden verilmeye başlanmıştı.
Resepsiyon’da, Asker olarak, sadece Cumhurbaşkanı’nın yaveri vardı. O da; görevinin gereğini yapıyordu.
Genelkurmay Başkanı ve diğer üst düzey komutanlar, Mustafa Kemal Atatürk’ün Meclisi’nin çatısı altında, bölücü terör örgütü PKK’ya, ‘Terör Örgütü’ ve hainlere de, ‘Terörist’ demeyen zihniyetle yan yana bulunmak istemiyordu.
Bunda yerden göğe kadar da haklıydılar.
Çünkü, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan çekirdek kadrodur. Cumhuriyetimiz’i düşman belleyip Türkiye’yi bölüp parçalamak ve sonra da yok etmek isteyenlerle, nasıl olur da aynı çatı altında bir araya gelinirdi?
Bu münasebetle; TSK Komuta Kademesi’nin, bu kararlı davranışları, özellikle Laik Cumhuriyet’in her fırsatta altını oymaya çalıştıkları bilinen AKP ve Zihniyeti iktidarı süresince, Milli Bayramlarımızın kutlanmasında özlemle beklenir olmuştur...
SİYASİLERE ÖRNEK OLSUN
Komutanların bu haklı davranış ve tavırları, mevcut iktidar tarafından Gençlerimizin beyinlerinden silinmeye çalışılan Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyetimizin Temel Değerleri’ne olan sadakat konusunda umalım ki Siyasilere örnek olsun.
Bölücü terörün siyasi uzantısı oldukları, özellikle muhalefet partilerince sıkça söylenilen, DTP’li milletvekillerinin dışlanmaları bir yana, bunlarla neredeyse yanak yanağa ve sarmaş dolaş olunacak görüntüler takılıyor gözümüze.
Bunun en son örneğini, 23 Nisan kutlamaları esnasında, İlk Meclis Binası’ndaki tören esnasında, maalesef bir kez daha yaşadık.
Olayın kahramanları, geçmişte de olduğu gibi yine Devlet Bahçeli ve DTP’li milletvekili Hasip Kaplan’dı…
Bu ikilinin, anılan törende karşılaştıklarında, samimi bir şekilde ve uzun sayılabilecek bir süre el sıkıştıkları gözlerden kaçmadı. Fotoğraf karesine yansıyan görüntüler; ‘Devlet Bahçeli’den DTP’ye kıyak’ ve ‘Hasip Kaplan’dan Devlet Bahçeli’ye Övgü’ şeklinde yorumlandı.
Şaşırdığımızı söyleyemeyiz. Çünkü, bu, Bahçeli’nin ilk vukuatı değil. Geçmişte de bu ve benzeri hareketleri görmüştük. Asıl şaşırtıcı olan; Devlet Bahçeli’nin, zamanla ve de çoğunlukla, sanki Türk Milliyetçiliği tekelindeymişçesine sözler sarf ediyor olmasıdır.
Ancak, Milliyetçi oldukları iddiasında bulunanların; bölücü terör örgütünün Meclis’teki siyasi uzantısı dedikleri DTP’li milletvekilleriyle böylesine görüntü vermelerini, Türk Ulusu adına anlayamadığımızı ve bundan böyle de anlayamayacağımızı bir kez daha belirtmek isteriz!
Bu görüntülerin ardından; bölücü terör örgütü ve hainlerin hunharca katlettiği yaklaşık 40 bin şehidimizi de nereye koyabileceğimizi derin derin düşünmeye başladık…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

28 Nisan 2008 Pazartesi

‘AYAKLAR BAŞ OLURSA’

RTE, ya kalem efendilerini(Danışmanları) değiştirsin; ya da konuşma yapmadan önce eline tutuşturulan kağıtta neler yazdığına bir bakıversin. Bu da olmuyorsa; konuşmasını yapmadan önce, kağıdı aklı başında birilerine bir okutuversin.
Eğer, kağıttan değil de; o an içinden geldiği gibi, yani doğaçlama konuşuyorsa; bu da zamanla söylediklerimizi doğruluyor. Devlet Adamı olmak kolay iş değildir!
Bunları niye mi söylüyorum?
Açıklayalım efendim:
İşçi Sendikaları, 1 Mayıs kutlamalarını Taksim Meydanı’nda yapmak istiyor. Henüz resmi açıklama yapılmamış olmakla beraber, İstanbul’daki mülki amirler, söz konusu miting için Taksim Meydanı’nı uygun görmüyor ve de tahsis etmiyorlar.
İşçiler için, 1 Mayıs kutlamalarında, Taksim Meydanı’nın tarihsel bir önemi var. Gençlerimizin büyük çoğunluğu hatırlayamaz ama; 1 Mayıs 1977 tarihinde Taksim Meydanı’nda yapılan kutlamalar esnasında, Meydan’a hakim binalardan açılan ateş sonucunda çıkan arbedede, 8’i kadın 34 vatandaşımız, gerek açılan ateşle, gerekse polis araçlarının altında veya yere düştüğünde bir daha ayağa kalkamadığı için ezilerek canını vermişti. Çoğu ciddi yaralanmalar olmak üzere 130 civarında vatandaşımız da yaralanmıştı.
Bu nedenle de; İşçilerimiz, her yıl 1 Mayıs kutlamalarını Taksim Meydanı’nda yapmayı gelenek haline getirdiler.
Ama, İstanbul’daki mülki amirlerin gerekli izni vermiyor olması, bu yıl yapılacak kutlamaların çok öncesinden gerilimi doruğa çıkardı denilebilir.


***

Karşılıklı açıklamaların dozu gittikçe artarken; olay geldi RTE’ye kadar dayandı. Bir kısım insanlar, RTE’nin, üreteceği pratik ve barışçıl çözümlerle sorunu bir çırpıda çözüvereceğini beklerken; RTE, oldukça sert ve beklenmeyen açıklamada bulunmaz mı?
Neydi bu açıklama:
Aynen şöyle; ‘Ayakların Baş Olduğu Yerde, Kıyamet Kopar’.
Anlayabildiğimiz kadarıyla, RTE, ülkeyi hükümet yönetir. Herhangi bir kesim veya kimsenin görüşüne de ihtiyaç yoktur demeye getiriyor.
Yani, Ayaklar dediği kesim; Türk Ulusu oluyor.

***

Bizler de; ‘Ayaklar’ oluyoruz. Durum onu gösteriyor. Hatta, RTE’ye göre, AKP ve Zihniyeti hükümeti dışındaki herkesler ‘Ayak’.
Ayaklar çok geniş bir yelpaze. Kimler yok ki… Ülkedeki herkes… Bütün Meslek Örgütleri, Demokratik Kitle Örgütleri, Dinci motifli faaliyetlerde bulunan Dernekler, Ulema Taifesi, Üniversiteler, Yargı Mensupları, Öğretmenler, Askerler, Mühendisler, Avukatlar, Cemaatler ve de Tarikat Mensupları, vb daha niceleri…
Ancak şu ince noktayı da belirtmeden geçmek doğru olmaz. Düne kadar RTE de Ayaklar içinde yer alıyordu… Bakmayın bugün Baş olduğuna…!
RTE’nin Ayaklar dediği kesimden bazıları, AKP ve Zihniyeti iktidarı döneminde, hükümete neler yaptırmış bir görelim ister misiniz?
Aklıma gelenleri sıralamaya çalışayım:
-RTE’nin, devlette gerçekleştirdiği bütün atamaların Tarikatlar’ın talimatıyla yapıldığı,
-Hatta Bakanların atamalarının bile Tarikat bağlantısı göz önünde bulundurularak gerçekleştirildiği,
-İhalelerin nerede ve nasıl açılacağı ile kimlere ihale verileceğinde Tarikat görüşleri esas alındığı,
-Devlet’ten bol kepçeyle yandaşlara dağıtılan kredilerde de Tarikat parmağının olduğu,
-Hatta RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti’nin kurmaylarının çocuklarının evlenmelerinde bile Tarikatçılığın esas alındığı,
gibi bir yığın konuda Tarikatların esas unsur olduğu hepimizce bilinen açık ve acı bir gerçektir.
Yani, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin, bugün Tarikatların yönetiminde olduğu tartışılmaz.
Ancak, benim bildiğimi sizler de biliyorsunuz ki; RTE’nin Ayaklar dediği kesime bu Tarikat Mensupları’nı koymasına imkan yok! Çünkü, Tarikatlar’a Ayaklar derseniz; birileri çıkıp, size, Hikmetyar’ın dizinin dibinde ne işiniz olduğunu sormazlar mı?

***

RTE’nin, AKP’nin kapatılmasına ilişkin davanın açılmasının ardından takındığı agresif tavırların sonucu bunlar. Yeterince düşünmeden konuşuyor. Tabii doğal olarak da; sinirlendikçe konuşmanın ölçüsü kaçıyor, sözcükler denetiminden çıkabiliyor. Sonra da düzeltebilmek için, ‘Yanlış anlaşıldı…’ numarasına sarılmaya çalışıyor. Bunu da Türk Ulusu’na yediremeyince; daha da agresifleşip, gerilimi tırmandırıyor…
Hükümetin başında olan birisinin, çok daha sakin, soğukkanlı ve hoşgörülü olması beklenir. Ama gel gör ki; RTE’de bunların hiç birisi yok.
Toplumu, ‘Bizden olanlar ve Diğerleri’ diye bölen de o değil miydi?
Bölünme bir kez sağlanınca; ha ‘Bizden Olanlar ve Diğerleri’ olarak, veya ‘Ayaklar ve Başlar…’ diye bölmüşsünüz…
Ne fark eder ki?
Söylemiştim, bir kez daha söylüyorum:
Devlet Adamı olmak zor iştir!
Bunu, gerekirse tekrar tekrar da söylerim…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

24 Nisan 2008 Perşembe

BİR İHANETLE Mİ YÜZYÜZEYİZ?

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi(AKPM), AKP’nin kapatılmasına ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi’nde açılmış davayla ilgili olarak, AKP ve Zihniyeti’nden gelen talep iddiasıyla, 21 üyenin imzaladığı bir bildiri yayınladı.
Söz konusu bildiride; Yargı’nın Bağımsızlığı konusu öne çıkarılıyor gibi gözükmekle birlikte; örgütlenme ve ifade özgürlü konularına da, net ifadelerle değinildi. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi işaret edilerek, ‘Türk Yargısı’nın, parti kapatma ve siyasi yasaklar konusuyla ilgili kararlarında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM)’nin, geçmişte vermiş olduğu bazı kararlara dikkat edilmesi gerektiği…’ hususlarına dikkat çekildi.
Durduk yerde nereden çıktı bu AKPM?
AB’nin, bugüne değin, buralarda dört dolaşan kuçu kuçuları yetmedi de bir de bununla mı uğraşacağız?
Bu konu onları niye ilgilendiriyorsa? Hadlerine mi düşmüş ki; Türkiye’deki Yüce Divan’a intikal etmiş bir konu hakkında bildiri yayınlamak?
Ama elin ağzı torba değil ki; ipini çekiştiriverip de büzdürüveresin… Bu türden densizliklerde, hükümetler ve dolaysıyla da Dışişleri Bakanlıkları devreye girer. Densizlere de ağzının payını verir.
Bu düşünceler içinde olay hakkında kafa yorarken; biraz araştırınca kazın ayağının hiç de sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıktı.
AKPM Başkanı Luiz Maria De Puig, bildiri konusundaki bir soruya verdiği cevapta;
‘Bu seferki fark, bu bildiriyi yayınlamamız için bize talepte bulunulmuş olmasıdır. Bu talep, AKPM’deki Türk Heyeti’nden geldi. Hatta Heyet’e göre, Türk Parlamento Başkanı bizi Ankara’ya davet edecekmiş. Çünkü dava sadece bir siyasi partiyle ilgili değilmiş. Başka partiler hakkında da dava açılmış. Ancak, o partililerden bize gelen herhangi bir talep de olmamıştır.’ demez mi?
AKPM’DE 12 TÜRK MİLLETVEKİLİ
Türkiye’nin, AKPM’de 12 milletvekili var. Bunların; 8’i AKP ve Zihniyeti, 2’si CHP’li ve diğer 2’si de MHP’li.
CHP ve MHP’li milletvekilleri olay hakkında konuştular ve AKPM Başkanı De Puig’in bahsettiği talepte bulunmadıklarını açıkladılar. AKP ve Zihniyeti milletvekillerinden henüz ses çıkmadı.
Doğrusunu isterseniz ses çıkabileceğini de pek sanmıyoruz. Yada ses çıkarsa; kuvvetle muhtemel, kendilerinin böyle bir talepte bulunmadıklarını söyleyip, AKPM Başkanı’nı yalanlayacaklar.
Beklenen açıklama RTE’den geldi ve açıklamada; AKP ve Zihniyeti’nden böyle bir talepte bulunulduğu şeklindeki ifadeler yalanlanarak, suç isnadında bulunanların bunu ispatlaması gerektiği vurgulandı. RTE, ‘Buradaki hadise, bizim, ne yazık ki Türkiye’de alışageldiğimiz bir iktidar-muhalefet mücadelesinin, bilinen ve tanıdık gayretlerinin, Avrupa’ya yansıtılmaya çalışılan bir çabasıdır’ dedi.
Açıklamanın tatmin edici nitelikten uzak ve yalanlama şeklinde olacağını söylemiştik. Her zaman, daha doğrusu sıkıştıklarında iktidarların genellikle başvurduğu yöntem…
Ancak şunu söylemeden de duramayacağız:
Durduk yerde, bayram değil, seyran hiç değil, AKPM Başkanı, Türkiye’deki bir parti kapatma davası konusunda neden bir açıklamada bulunsun?
Bu konu, Ali Babacan İsveç’te ve aynı ortamda bulunduğu sırada, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn’in, AKP’nin kapatılması konusundaki ve Yargı’ya müdahale anlamına gelen açıklamasına çok benziyor. Hatta hatırlayacağınız gibi; Babacan, hemen yanında konuşan O. Rehn’e tepkisiz kalmış ve kılını dahi kıpırdatmamıştı… Üstelik, kulaklarımıza kadar ulaştığı kadarıyla; O. Rehn’in açıklamasının, Ali babacan tarafından dikte ettirildiği yolunda fısıltıların olduğu halen güncelliğini koruyor...
İŞBİRLİKÇİLİK DEĞİL Mİ?
Bugüne değin AB şarlatanlarının ihanetlerini görmüş ve de yazmıştık. Ancak, Ali Babacan’ın İsveç seyahati esnasında olanlar ile AKPM Başkanı De Puig’in anlattıklarını duyunca şaşırmamak elde değil.
Böylesi olaylar, tarihin derinliklerine sürüklenmiş olan Damat Ferit hükümetleri zamanında bile olmamıştı dersek abartmış sayılmayız. Çünkü, İstanbul işgal altında iken; sayısız denecek kadar çok ihanet ve vatan hainliği yaşandığını tarihten öğreniyoruz.
Ama, 85 yıldır Cumhuriyet İdaresi ile yönetiliyoruz. Jurnalciliğin geçmişte bırakıldığı inancımızı koruyorduk. Ancak, son gelişmeleri görünce;
‘Bir İhanetle mi Yüz yüze miyiz?’ diye sormadan da edemiyoruz…
İNANDIRICI OLAMIYORLAR
AKP’nin kapatma davasının, başta RTE olmak üzere, bütün yol ve dava arkadaşlarında şok etkisi yarattığını geçmişte yazmıştık. Hatta, AKP ve Zihniyeti kurmaylarınca, Yargı mensuplarına yönelik ve eleştiriden ziyade incitici mahiyetteki sözleri içeren, ileri-geri konuşmaların olduğunu da sizlere sunmuştuk.
Yargıtay Başkanı’nın da bu açıklamaların ardından oldukça sert ifadelerle bir başka açıklaması olmuştu… Hatta olayın soruşturulabileceği mesajı dahi verilmişti…
Buradan şurayı işaret etmek istiyoruz:
RTE ve dava arkadaşları, akıllarınca tedbirli davranmaya çalışıyorlar. Kendileri sözüm ona konuşmuyor veya dikkatli sözler sarf ediyor, ama AB’nin şarlatanlarını öttürerek, Anayasa Mahkemesi üzerinde etkili olmaya gayret ediyorlar. En azından, son gelişmelerden kamuoyunun edindiği izlenim bu…
Ancak, bu tür ayak oyunlarından ve doğulu kurnazlığından artık vazgeçilmelidir. Söz söylemekten korkuyorsanız; hareketlerinize ve açıklamalarınıza dikkat edeceksiniz.
Takiyye yaparak paçanızı kurtarmanız mümkün değil. Olamaz da! Suç işlediyseniz cezanızı çekeceksiniz. Eğer suç bulunmasına karşın ceza çekmem deniyorsa; işte bu mümkün değil!
Çünkü, Türkiye, Hukukun Üstünlüğü İlkesi ile yönetilen bir Cumhuriyet’tir. Bunu siz ve zihniyetinizin iktidarda bulunması asla değiştiremez.
Boşuna çaba sarf etmeyin. Kımıldadıkça batıyor, inandırıcılıktan daha da uzaklaşıyorsunuz!
AKP ve Zihniyeti iktidarının sanal parıltıları bitti. Türk Ulusu sizin ne olduğunuzun ve ülkeyi de nereye götürmeye çalıştığınızın bilincinde.
Bu münasebetle; Milletimiz, size güvenmiyor ve böyle giderse de; asla güvenmemeye devam edecek!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

23 Nisan 2008 Çarşamba

23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI

23 Nisan 1920 tarihi, Milli Mücadele sürecinde çok önemli bir mihenk taşıdır.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıkışının ardından sırasıyla Amasya, Erzurum ve Sivas’a gitmiş ve Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde, en öne çıkan unsur olarak da Egemenliğin Ulus’ta olduğu vurgusunu yapmıştır.
Buradaki derin anlamı, Mustafa Kemal’in, ‘Ulus’u, yine Ulus’un gücü kurtaracaktır. Tek bir egemenlik vardır, o da Ulusal Egemenliktir’ sözünde bulabiliyoruz.
Sivas’tan Ankara’ya doğru hareket eden Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal, 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya ulaştıktan sonra, İstanbul hükümetinin teslimiyetçi anlayışı karşısında yeni bir Meclis’in kurulması zorunluluğunu görmüş ve Ulus’un kendi bölgelerinden seçecekleri milletvekillerinin Ankara’da toplanmasını istemiştir.
Milletvekilleri, 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanmış ve böylelikle ilk Millet Meclisi kurulmuştur. Meclis’in ilk işi Türk Ulusu’nun Egemenliği’ni ilan etmesi olmuştur. Böylelikle de; 23 Nisan Ulusal Egemenlik Günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Daha sonra; yasama ve yürütme yetkisini haiz olan Meclis, yaptığı bir toplantıda Mustafa Kemal’i Meclis Başkanlığı’na seçmiştir.
Meclis çalışmalarını sürdürürken; bir yandan da Ulusal Kurtuluş Savaşı bütün yoğunluğu ve hızı ile sürmektedir. Nihayet emperyalizme karşı sürdürülen bu savaştan büyük bir zafer kazanılarak çıkılmıştır.
Savaşın zaferle taçlandırılmasından bir müddet sonra, 23 Nisan 1924 tarihinde, Mustafa Kemal 23 Nisan gününün bir bayram günü olarak kutlanmasına karar vermiştir.
Bu olayın üzerinden 5 yıl kadar bir zaman geçtikten sonra, 23 Nisan 1929 tarihinde, Mustafa Kemal Atatürk, 23 Nisan Bayramını çocuklara armağan etmiştir.
Ulusal Egemenliğimizin bütün dünyaya ilan edildiği 23 Nisan günü, 23 Nisan 1929 tarihinden bu yana, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutlanmaktadır.



***

Atatürk’ün, böylesi mükemmel bir mücadele neticesinde kurulmasını sağladığı Türkiye Cumhuriyeti, dünyada bir ilk olma özelliğini de taşır. Ancak, özellikle 10 Kasım 1938 saat 09.06’dan itibaren işin şekli biraz değişmeye başlamıştır.
Ulusal Çıkarların yerini kişisel menfaat ve siyasi hırsların aldığı uyugulama ve söylemler, adeta ihanetin başlangıcı olarak kabul edilen bu tarihten itibaren, sıkça görülmektedir.
Çok partili sistem ve 1950’li yıllar ve Demokrat Parti’nin 10 yıllık iktidarı, işin iyice zıvanadan çıkmasına neden olmuştur.
1960’ın ardından 1970 ve 1980’ler çalkantılı dönemler olarak tarihteki yerini almıştır.
Sonuçta bugünlere gelinmiş ve Türkiye’nin yönetimi, üzerinde hala tartışmaların sürdüğü seçimler neticesinde, ‘Ne demekmiş; -Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir-, -Egemenlik Kayıtsız Şartsız Allah’ındır-’ diyen bir başbakan olan RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümetine teslim edilmiştir.
Kısaca söylemek gerekirse; Bugün Ulusal Egemenlik ifadesi, sadece kağıt üzerinde vardır.
Türkiye Cumhuriyeti, ABD’nin direktifleri, AB’nin de dayatmaları ile yönetilmekte, Mustafa kemal Atatürk’e ait değerler ile Cumhuriyet’in Erdemleri’nin yok edilmesi için, gizli veya açık her yöntem uygulanmakta, her yol da denenmektedir.
Atatürk Türkiye’si, dinci, yobaz, gerici ve çağdışı bir Zihniyet’in dayatmaları ile Dini Esaslara dayalı bir devlete, yani Şeriat Devleti’ne doğru çekilmeye çalışılmaktadır.
Türk Ulusu’nun, gözlerinin önünde olup/biten bütün kepazelikler karşısında, maalesef sadece seyirci gibi olanları izlemekle yetiniyor. Yapılan ufak çaplı miting ve gösteriler ile salon toplantıları, kişisel tutkuların tatmini amaçlı çabalar olarak görülmektedir.
Atatürk’ün, ‘Asıl önemli olan ve memleketi temelinden yıkan, halkını esir eden, içerdeki cephenin suskunluğudur…’ şeklindeki ifadesi, sanki bugünler bilinerek söylenmiştir…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

NEDİR BU ARAP HAYRANLIĞI?

RTE ve Bakanları, iktidarları boyunca hep kafalarının arkasında sakladıkları düşüncelerini ortaya çıkarmaya başladı. Bu, bazen Atatürk ve O’na ait değerlere ilişkin görüşler olarak, bazen de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin esasları ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri ile Kazanımları konusunda değerlendirmeler olarak kendini göstermektedir.
Malum Zihniyet, Türk Ulusu’nu bunlara alıştırmaya çalışırken; bir yandan da Arap Ülkeleri’ne olan ilgilerini ve hayranlıklarını esirgemiyor.
Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere; RTE ve bakanların çoğunluğunun Arap Ülkeleri’ne yaptıkları ziyaretler gözden kaçmıyor. Bu ziyaretlerin bazılarını Meclis Başkanı Köksal Toptan ve hatta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın bile kaçırmadığı yakın zamanda yaşanmıştır.
Nasıl gözden kaçar ki?
Özellikle, AKP ve Zihniyeti hükümeti üyelerinin, Arap Ülkelerini su yolu yaptıklarını bilmeyen mi kaldı?
S. Arabistan, Kuveyt ve Katar ilk sıralarda yer alıyor olmakla beraber; bu ziyaretlerden Mısır, Suriye ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer ülkeler de nasiplerini alıyor.
En son ziyaret edilen ülke de Katar. Nüfusu 1 milyona bile ulaşamamış küçük bir yer. Burayla hep ticaret yapsanız ne olacak ki…
Mütekabiliyet(Karşılıklılık) ilkesiyle gerçekleştirilen bu ziyaretlerin karşılığında da; S. Arabistan Kralı ve Kuveyt Emiri gibi Arap dünyasının önde gelenleri de Türkiye’yi, yani Cumhurbaşkanı’nı ve RTE’yi, dolaysıyla da hükümetini ziyarete geliyor.
Bu muhteremler, Atatürk’ün manevi huzurlarına çıkmadığı gibi bir de konakladıkları otellerde, devlet erkanımızı kabul ederler. Bizimkiler de; maalesef gidip, huzura kabul edildikten sonra el etek öpme yarışına girerler.
Her ne kadar, Dışişleri Bakanlığı’nca yapılan, sözüm ona, resmi açıklamada; karşılıklı olarak gerçekleştirilen söz konusu ziyaretlerin ekonomik amaçlı olduğu ve adı geçen ülkelerin özelleştirmelere büyük ilgi gösterdiği dillendirilse bile; işin aslı hiç de öyle değil…

BATI’YLA SAMİMİ DEĞİLLER
RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümeti hiçbir zaman yüzlerini Batı’ya dönmediler. Bunların, Atatürkçüyüz demeleri ve Atatürk’ün söylediği, ‘Türkiye’yi muasır medeniyet seviyesine ulaştırmak…’ söylemleri sıkça dillendirmelerinin tamamı takiyyedir. Malum Zihniyet’in, Batı ile yani AB ve ABD ile olan, güya iyi, ilişkilerinin nedeni, hepsinin Türkiye üzerinde ortak menfaat paydasında birleşiyor olmalarıdır.
Bu ne demektir?
Özellikle ABD ve arkasından da AB’nin asıl amaçları Türkiye’yi önce bölüp, parçalamak, sonra da yok etmektir. Gerek ABD’nin bölücü örgüte her türlü desteği sağlaması ve gerekse AB ülkelerinde teröristlerin serbestçe dolaşmalarının başkaca bir izahı var mı?
ABD, BOP çerçevesinde RTE’yi ve Hükümeti’ni, dolaysıyla da Türkiye’yi kullanmaktadır. Vakti zamanı geldiğine karar verdiğinde de; gerekeni yapacaktır. Yani Irak’ın kuzeyinde Kürt devletini oluşturacak ve Türkiye’nin de Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu illerinin, burayla bir şekilde birleşmesi sağlanmaya çalışılacaktır.
AB’nin ise; Türkiye’den vazgeçemeyeceği açık bir gerçektir. Ayrıca, ABD’nin de AB’ye dayattığı gerçek budur.
AB, Türkiye Cumhuriyeti’ni, hiçbir zaman tam üye olarak almayacaktır. Yapılanların tamamı oyalamadan öteye bir şey değildir. ABD’nin taleplerine uygun olarak bölünen ve parçalanan Türkiye’nin cüzi bir kısmı belki AB üyesi olabilme şansına sahip olabilecektir. Tıpkı, Yugoslavya örneğinde olduğu gibi…
AKP ve Zihniyeti’nin bu işteki payına düşen ise; dini esaslara dayalı bir devlete dönüştürülmüş olan Türkiye olacaktır. Yani şeriatın hakim olduğu, Atatürk İlke ve Devrimleri’nin ve Cumhuriyet’in bütün erdemlerinin yok edildiği, yeniden ümmet ve teba felsefesinin hakim olduğu, yaşadığı bir yer…
Bu ifadelerden olmak üzere; AKP ve Zihniyeti, Batı ile olan ilişkilerinde samimi değildir. RTE, aklınca Batı’yı kullanmaktadır. ABD ile AB de RTE’yi kullanıyorlar. Arada olan Türk Ulusu’na ve Türkiye’ye oluyor…

AMAÇ TSK’NIN SESİNİ KESMEK
İyi de; bunları neden hemen yapmıyorlar? Nasıl olsa oy çokluğuna sahip oldukları bir Meclis var. Batı’dakiler de hep birlikte bunu söyleyip durmuyorlar mı? O halde neyi bekliyor, ya da neden harekete geçmiyorlar?
Bir tek engelden çekiniyorlar:
O da; Türk Silahlı Kuvvetleri!
Bütün amaçları ve gayretlerinin hedefinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesini kesmek vardır…
Türkiye Cumhuriyeti’nin çekirdeğini oluşturan Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Anayasamız da; Türkiye Cumhuriyeti konusunda, TSK’ya kesin görevler yüklemiştir. Bu görevlere ilişkin Anayasa kararları değiştirilemeyeceği gibi; değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
Tabi bu durumda Türk Silahlı Kuvvetleri’ni devre dışı bırakmak kolay değil. Hatta mümkün değil!
Hal böyle olunca da; Türk Ulusu’ndaki Atatürk Milliyetçiliği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Temel Esasları’na olan inanç ve saygıyı yok etmek, en kolay ve zararsız görünenidir. Bunun için kültürel yozlaşma ve toplumun hassasiyetlerini yok etme en etkin yöntemlerdir. Bugün için dayatılanlarla bunu olabildiğince başarmış da gözüküyorlar.

ARAP HAYRANLIĞI
Bir yandan da Arap Alemi ile olan ilişkileri iyi götürüp, toplumda Arap sempatisi yaratmak amaçlanmıştır. Türkiye’nin en ciddi kuruluşlarının ve en gözde yerlerinin Arap Şeyhleri’ne peşkeş çekilmesinin başka bir anlamı olabilir mi?
Ayrıca, emperyalist güçlerle dirsek temasında olan karanlık amaçlı işbirlikçi odak, yürütülmekte olan hareketin her aşamasını, tek bir noktadan idare etmektedir. Bütün gayretler; önceden kurgulanmış bir plan dahilinde götürülmektedir.
Devamı olduklarını söyledikleri ve bununla da övündükleri Osmanlı bile; bunlar kadar Arap Alemi’yle senli-benli olmamışlardı. Çünkü, Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı esnasında Almanların yanında yer almaları neticesinde; özellikle İngilizlerin, Arapları kışkırtmaları neticesinde; İngiliz casusu Arabistanlı Lawrence’ın koordinesindeki Arap çetelerin, Osmanlı güçlerini arkadan vurmalarını unutulacak cinsten değildi. Dolaysıyla da; Osmanlı’nın son dönemlerinde, Arap Dünyası’na asla güvenilmemişti. Hatta; o dönemden kalma bir söz Anadolu’da halen söylenir, ‘Ayı derisinden Post, Araplardan Dost olmaz!’.
Ama, bunların üstlenmiş oldukları Ilımlı İslam modeli ve arkasından hayal ettikleri dini esaslı Devlet oluşturma gayretleri, doğal olarak Arap Hayranlığı’nı doğurmuştur.
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni, zamanla hedef alan açıklamalarda bulunmaları sizce de bir tür kanıt değil mi?

ARAPLAR’A SAMİMİYET, ATATÜRK’E NEFRET!
RTE hükümetleri tarafından, son yıllarda Arap Alemi’ne gösterilen sıcak ve samimi duygular, Atatürk’ün manevi şahsı söz konusu olduğunda maalesef esirgenmiştir. Ancak bunu sorduğunuzda kaçamak cevapları hazırdır. Duyan ve dinleyen de bunları bir şeyler zanneder. Hepsi takiyye…
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üst düzey yetkililerinin, en azından son bir yıl içinde, Anıtkabir’i kaç kez ziyaret ettiği, Anıtkabir Ziyaretçi defterinde yazıyor. Bunu bir örnekle sabitleyecek ve de kanıtlayacak olursak;
‘15 Kasım 2007 – 7 Mart 2008 tarihleri arasında ve yaklaşık 4 aylık bir sürede, Anıtkabir’e 240 heyet ziyarette bulunmuştur. Bunlardan sadece birisinde AKP ve Zihniyeti hükümetinden bir üye vardır. O da Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik… Bakan’ın ziyareti, 24 Kasım 2007 tarihinde, Öğretmenler Günü münasebetiyle olmuştur…’(Kaynak, Anıtkabir Dergisi-Mart 2008 sayısı)
tespitini gösterebiliriz…
Cumhurbaşkanı başta olmak üzere; RTE ve hükümeti, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilen Kazanımları söz konusu olduğunda; hemen aslına rücu ediyor ve kafalarının arkalarındaki kimliklerine sığındıkları görüntüsünü açığa çıkarıyorlar.
Arap Hayranlığı ve bu kültüre duyulan ilginin nedeninde ise; Dini Esaslı Devlet’i, yani Şeriat’ı yaratmak sevdası yatmaktadır…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

TBMM’DE ŞİDDET!

(AKP VE ZİHNİYETİ’NİN TAHAMMÜLSÜZLÜĞÜ)


Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç, AKP ve Zihniyeti milletvekillerince, Meclis Çatısı altında dövülmek istendi…


Toplum olarak tahammülsüzlüğün sınırlarına geldik. Genelde; çoğunluğumuz, eleştiriyi ve düşüncemize uygun düşmeyen herhangi bir sözü kaldıramıyoruz. En küçük bir aykırı ifade dahi, bizi şiddete yönlendiriyor.
Şiddetin kötü sonuçları her gün uzmanlarınca Türk Ulusu’na anlatılacak yerde; şiddet neredeyse övülüyor ve de özendiriliyor. Özellikle bu konuda medyaya büyük görevler düşüyor. Gerek televizyon kanallarındaki film ve dizilerde, gerekse gazetelerdeki yazı ve resimlerde, hatta radyo yayınlarında ve basılı yayında, hiçbir şekilde şiddeti övücü ve özendirici yayına müsaade edilmemeli…
Ancak, bütün bu söylemlerin doğruluğuna karşın; geçen hafta Perşembe günü TBMM’de bir şiddet olayı yaşandı ki; biz televizyonları başındakiler, neredeyse izlerken utandık.
Meclis’in 17 Nisan 2008 Perşembe günü Meclis’in öğleden sonraki oturumunda, Tunceli Bağımsız Milletvekili Kamer Genç söz alarak kürsüye çıkar. Cumhurbaşkanı, RTE ve bir kısım AKP ve Zihniyeti mensubu Bakanların Arap ülkelerine yaptıkları ziyaretleri eleştirmeye başlar. Konuşmasının bir yerinde, AKP ve Zihniyeti milletvekillerinden bazıları tarafından sözlü sataşmaya uğrayan Genç, sataşan milletvekillerinin muhatabı olmadığını ve asıl muhatabının RTE olduğunu söyler. Bunun üzerine de Salon’da arbede çıkınca; Meclis Başkanvekillerinden Güldal Mumcu oturuma ara verir…


***


Bu esnada; Kamer Genç’e doğru yürüyen bir kısım AKP ve Zihniyeti milletvekili ile Kamer Genç arasında yumruklaşma ve tekme ile vurmalar başlar. Araya CHP ve MHP’li vekiller girerler. Böylece Kamer Genç, en azından birkaç kişi tarafından hırpalanmaktan kurtulmuş olur…
Olayın garip yanı; Kamer Genç, can güvenliği kalmadığı gerekçesiyle Meclis Başkanı Köksal Toptan’dan yardım isteyebileceğini söylerken; Köksal Toptan talihsiz bir açıklamada bulunur ve, ‘Bu türden olaylar, dünyanın bir çok Meclisleri’nde de olmaktadır…’ şeklinde sözler sarf eder…
Konu RTE’ye sorulduğunda; onun verdiği cevap gerçeği inkar şeklinde olmuş ve; ‘Benim partimin milletvekilleri, hiçbir zaman şiddet uygulamaz. Şiddeti uygulayan, o şahsın kendisidir…’ ifadesini söyler.
Olur ama bu kadarı da olmaz canım!
AKP ve Zihniyeti milletvekillerini, söz konusu tavırlarından dolayı, muhatap dahi almak istemiyoruz… Ancak; sözümüz Köksal Toptan ve RTE’ye…
Efendiler!
Siz hiç televizyona bakmaz mısınız? Eğer siz bakacak zaman bulamıyorsanız; avuç dolusu maaş ödenen ve doğru dürüst iş yaptıkları görülmeyen danışmanlarınız da mı TV seyretmezler?
Siyasi hırs uğruna gerçeği bu denli hafife alamaz ve üzerine böylesi ifadelerle örtemezsiniz! TBMM’ni bu kadar basit olayların yaşanabileceği hale sokamazsınız. İlgililer hakkında hemen gerekeni yapmalısınız. Aksi halinde; tarih önünde sorumluluktan kurtulamazsınız.
Aslında söylenebilecek o kadar çok şeyler var ki… Neresinden başlasak diye düşünmeden edemiyoruz.
Şu kepazeliğe bakar mısınız?
AKP ve Zihniyeti, eleştiriyi kaldıramaz noktaya geldi. Hele, Arap ülkelerini su yolu yapmaları konusunda birileri ağzını açtığında; zıvanadan çıkıyorlar. Bütün tahammülsüzlüklerini gösteriyor ve Meclis çatısı altında bile şiddete başvurabiliyorlar.
Bir an, bunların militanist ruhları insanı korkutuyor dersek abartmış sayılmayız. Acaba, Milli Görüşçülerin ağırlıklı davranışları mı; yoksa Dini Esaslı Devlet kurma fikrinin fanatikleri mi şiddet yanlısı, henüz anlayabilmiş değiliz…
Ancak, bir gerçek var ki; RTE başta olmak üzere, AKP ve Zihniyeti camiasında tahammülsüzlük ve dolaysıyla da agresif yapı ve şiddet unsurları öne çıkmaya başladı…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

19 Nisan 2008 Cumartesi

PİRİNÇ’TE VURGUN!

Ortalıkta bir Pirinç muhabbetidir gidiyor. Efendim, piyasada pirinç yokmuş, büyük alış-veriş mağazaları pirinci fahiş fiyattan satıyormuş, Toprak Mahsülleri Ofisi’nde, savaş halinde bile yetecek derecede pirinç stoku varmış…
Yaklaşık on beş günü aşkın bir süredir, spekülatif haberler havada uçuşup duruyor. Bu ne saçma sapan bir iştir? Gerçekten düne kadar marketlerden 1.80 YTL civarında bir fiyatla alınabilen pirinç; aniden 3,50 – 4.00 YTL civarlarına fırlayıverdi.
Gelişmeler üzerine beklenen ilk açıklama Tarım Bakanı Mehdi Eker’den geldi. Bakan, ‘Birkaç gün pirinç almayın. O zaman fiyatlar düşecektir. Bu arada da bulgur yenilebilir…’ şeklinde ve bir Tarım Bakanı’ndan beklenmeyen, ciddiyetten uzak ve sorumluluk sanki kendisinde değilmiş gibi sözler sarf etti…
Ardından da; kasıtlı olarak yaratıldığı ortaya çıkan bu toz duman ortamında, Kürşad Tüzmen bir açıklama yaptı. Tüzmen, ‘100 bin tonluk bir ithalat yapmak üzere çalışmaları başlattık…’ anlamında bir şeyler mırıldandı.



***


İşin aslının bize anlattığı gibi olmadığı ortada. Hele, Tarım Bakanı’nın açıklamasının asla doyurucu bir tarafı yok. Kürşad Tüzmen ise; bu konuyla ilgili ileride olabilecek adam kayırma ve kollamanın, dolaysıyla Vurgun’un, toplumda yaratacağı infialin etkisini azaltabilmek amacıyla şimdiden tedbir almaya çalışıyor… Yani, pirinç üretiminin yetmediği ve ithal pirinç getirilebileceğini şimdiden dillendiriyor.
Tezgah oldukça iyi gidiyor. Nasıl olsa toplumdan ciddi anlamda bir tepki de gelmiyor… Gel keyfim gel!
Görünen manzara; AKP ve Zihniyeti’nin, kendisine zaman içinde büyük destekte bulunanlara, bugün bir şekilde diyet borcu ödemeye çalıştığı şeklindedir..
Olay, önce şöyle başlıyor:
Toprak Mahsülleri Ofisi, doğan ihtiyaca binaen, piyasaya pirinç satmaya karar veriyor. Haber, ulaşacağı yerlere olabildiğince el altından ve çabucak ulaştırılıyor. Tabii, sonuçta amaç hasıl oluyor ve bu satıştan en büyük payı, Maliye Bakanı’nın oğulcuğu Abdullah Unakıtan ile birlikte hareket eden AKEL Şirketler Grubu kapıyor(Bu gurup, %18’lik bir oranla 5,6 bin ton pirinç alıyor)(Cumhuriyet, 18.04.2008).
Elbette, başka nasiplenenler de var. Ama aslan payı oğulcuk ve AKEL Grubu’nun…
Ardından, dünya gıda sektöründeki hareketlenmeye paralel olarak, Türkiye’de de pirinç sıkıntısı kendini göstermeye başlıyor. Stokçular, ellerindeki malı zulaya atıp, vaziyeti kurtarma amacıyla, olabildiğince az malı piyasaya sürüyor. Buna paralel olarak; pirinç fiyatları da kademe kademe yükseltiliyor.
Olayın tamamı, bu aşamada bundan ibaret. Tabi yüksek pirinç fiyatları, TMO’dan düşük fiyattan pirinç alanlara, ilk etapta, epeyce para kazandırıyor…



***


Olayın ikinci aşaması pastanın uluslararası alanda paylaşılmasıdır. Hani, Kürşad Tüzmen, 100 bin ton pirinç ithali olacağını açıklamıştı ya! İşte yüklü bir miktar olarak bilinen bu malın hangi ülkelerden temin edileceği bile ayarlanmış: ABD, İtalya ve Mısır…
Bu ülkelerin özelliği; ABD ve Mısır’dan alınacak pirinçlerin, ABD Firmaları’nın himayesinde ve özellikle de Mısır’ın kullanılarak temin edilecek olması. İtalya’dan alınacak olanın ise; son yıllarda neredeyse akraba denilecek kadar yakın olunan Berlusconi’yle dost-ahbap ilişkilerine göre sağlanacağı. Burada tezgahın özüne bir kez daha dikkatlerinizi çekmek isterim…
Yakın gelecekte, gelişmeleri birlikte göreceğiz… Ne fark eder ki?
Kazancın boyutu çok yönlü düşünülmüş ve planın kurgusu, ABD’den buyana herkeslerin yeterince kazanması üzerine yapılmıştır. Pastadan herkes payını alacak. Bu işin raconu böyle. Racona uymayan, dışlanır. Onunla bir daha iş yapılmaz!
Yapılacak İthalat’ta, yine mahdumlar veya tarikatların uygun görecekleri, hatta doğrudan işaret edecekleri birileri öne çıkacak ve toplu ithalat, yabancı firmalarla işbirliği ve mükemmel bir uyum içinde, bunlara yaptırılacaktır.
Eninde sonunda, kasıtlı olarak çökertilen tarım sektörünün olması gereken milli üretimi bir yana itilecek, tıpkı, Çin’den getirilen ucuz, kalitesiz ve niteliksiz, hatta çoğunluğu da sağlık için tehlike oluşturan mallarla piyasayı doldurmada olduğu gibi; pirincin de büyük bir bölümü dışarıdan alınacaktır. Tezgahtan nemalanan herkes de mutlu olacaktır!


***


Türk çiftçisinin durumuna gelince; onu hiç sormayın. Ülkemiz’in bir çok yöresinde çeltik ekimi yapılmakta ve oldukça da kaliteli pirinç üretilmektedir. Örneğin, Kastamonu, Terme, Kızılcahamam, Trakya yöresi ve daha onlarca beldemiz sayılabilir…
Ancak, çiftçilerimizin hali içler acısı. Yeterli sulamayı yapmaya güçleri yetmediği için kısıtlı imkanla yetiştirilmeye çalışılan pirinç bile; RTE ve adamları tarafından çok görüldü. Geçen seneki ürünleri ellerinden komik sayılabilecek bir fiyatla alınıp, paraları bile bölük pörçük ödendi. Hele, teşvik primini ise, alınması güçleşsin diye, her türlü yöntem uygulandı. Tabii çaktırmadan!
Halbuki yapılacak olan çok basitti. Çeltik ekimi yapılan yörelerimizde, küçük boyutla yapılacak sulama yatırımları neticesinde elde edilebilecek mahsül, hem çiftçimizi mutlu edecek, hem de bizi bu konuda emperyalist sermayenin ve işbirlikçilerinin insafına terk etmeyecekti…
Ama, kazın ayağı öyle değil! Tezgah çok önceden kurulmuş ve mükemmel bir şekilde uygulanabilmesi için her yöntemin denenmesi göze alınmıştı.
AKP ve Zihniyeti hükümetinin bazı üyelerine de çıkıp, toplumu yatıştıracak sözleri dillendirmek kaldı. Sonuçta Pirinç’te Vurgun için her şey hazır. Tezgahlanan oyun, hayasızca, utanmadan ve de yüzler kızarmadan oynanıyor ve oynanmaya devam edileceği de kesin gözüküyor.
Bu çirkin oyunların karşısında yapılacak olan; vatandaşlarımızın duyarlı olmaları ve bunu göstermekten çekinmemeleridir. Tüketici Dernekleri ve çevremizde olan demokratik kitle örgütleri bünyesinde birleşerek tepkimizi pekala gösterebiliriz.
Göstermeliyiz de!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

17 Nisan 2008 Perşembe

LAİKLİK İLKESİ HAKKINDA


“Devlet ile din işlerinin birbirinden ayrılması, devletin din ve vicdan özgürlüğüne karışmaması ve toplum ve devlet yaşamının ‘DİN’ yerine ‘AKIL ve BİLİM’ esaslarına dayanması” şeklinde tanımlanabilecek Laiklik konusunda bir çok kez yazılıp söylendi.
Buna karşın, Laiklik; üzerinde halen en çok tartışılan konulardan birisidir.
Bu konuyu irdelerken; yakın tarihimize baktığımızda şunu görüyoruz:
9 Nisan 1928 tarihinde, İsmet İNÖNÜ ve 120 kadar arkadaşı, verdikleri bir kanun teklifi ile 1924 Anayasası’nın 2. Maddesi’nin; ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dini İslam’dır. Resmi Dili Türkçe ve Başkenti de Ankara’dır’ şeklinde değiştirilmesi ve dolaysıyla da ‘İslam Dini’ ifadesinin mevcut cümleden çıkarılması önerilmiştir. Öneri, 264 milletvekilinin oybirliği ile kabul edilmiş ve 10 Nisan 1928 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Üzerinden 9 yıl geçtikten sonra, yeni bir adımla, 5 Şubat 1937 tarihinde, Laiklik İlkesi Anayasa’ya girmiştir.
Bu münasebetle; 10 Nisan günü Laiklik Günü olarak kabul edilmektedir.


***

Laiklik, Türk Ulusu’nun, Ümmet olmaktan Ulus olmaya, Teba olmaktan da Vatandaş olmaya yönelmesinin bir ifadesidir.
Mustafa Kemal Atatürk, Laiklik İlkesi’yle İslam Dini’ni yeni bir şekle sokmuş veya dine yeni kurallar falan getirmiş değildir. Yapılanın aslı; Çıkarcılar, din baronları, dinciler, gerici ve yobazların, menfaatlerini kolaylaştırmak için ‘Şeriat’ adı altında koydukları kural ve dayatmaları kaldırıp, İslam Dini’ni doğal özüne döndürmektir.
Laiklik İlkesi’ni tanımlar veya anlatmaya çalışırken; bir ülkenin tarihi, siyasi ve sosyal şartları, ülkede yaygın olan Din’in özellikleri gibi hususların ülke için gerekli ve geçerli olan Laiklik Anlayış ve uygulamasını geniş ölçüde etkilediğini görürüz.
Ancak, Atatürkçü Düşünce Sistemi’nin Temel İlkelerinden birisi ve Türkiye’de Anayasa İlkesi ve bir Hukuk İfadesi anlamına gelmiş bulunan Laiklik İlkesi’nin bir kısım tartışılmaz unsurları olduğu bir gerçektir.


***

Bunları sıralayıp da kısaca anlatmak istersek:
1) Laiklik, herkes için Din, mezhep, düşünce ve vicdan hürriyeti demektir. Herkesin din ve inançlarında her türlü baskıdan uzak olarak yaşayabilmesinin yasal güvencesi demektir. Laiklik, Cumhuriyet düşmanlarının sıkça söylediği gibi; dinsizlik değil, bilakis Din’in özünü ve ruhunu koruyan bir sistemdir.
2)Laiklik, etnik kökenleri, din ve mezhepleri ne olursa olsun, yurttaşlara eşit işlem yapılması, kanunlar önünde her bakımdan eşitlik ve adalet demektir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, herkesi birinci sınıf vatandaş yapan da bu eşitlik anlayışının olduğu kesin bir gerçektir. Dolaysıyla; Laiklik, kadın-erkek eşitliğinin de en temel değerlerinden birisi ve teminatıdır.
3)Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, Din’in bir vicdan işi olduğunun kabul edilmesi, Devletin ve Toplumun dini esasların gereğine göre yapılandırılmaması-yönlendirilmemesi demektir. Laikliğin bu özelliği, Devlet Yönetimi’nin Dini kurallara göre değil, Toplum’un ihtiyaçlarına, Akla, Bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülmesini sağlamada esas unsurdur.
4)Laiklik, eğitimin çağdaşlaştırılması ve öğretim birliği demektir. Eğitimin bütün unsurlarının çağdaş ve akılcı esaslara göre düzenlenmesi ve buna göre de verilmesi demektir. Dolaysıyla, Laiklik, bütün çağdaş değerleri meydana getiren ve insanın en kıymetli varlığı olan aklın her türlü baskıdan uzak olup, kişinin hür ve özgürce düşünebilmesi demektir.
5)Laiklik, Devletin resmi dininin bulunmaması demektir. Laik olan bir devlet, belirli bir dinin kurallarını vatandaşlarına dayatmak için kurallar koymaz. Koymamalıdır da… Dini, zararlı bir unsur ve tehlikeli bir husus olarak da görmez. Çünkü, her türlü din ve Allah inancını reddeden, ideolojisinin gereği olarak vatandaşlarına dinsizliği telkin eden devletler, Laik olmadıkları gibi; dine dayalı teokratik devletler de Laik değildir…


***

Laikliğin kabulünden sonra din, eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı ve laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir.
Çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün;
“Ben, Manevi Miras olarak hiçbir donmuş ve kalıplaşmış düstur bırakmıyorum. Benim Manevi Mirasım; İLİM ve AKIL’dır”,
“Din bir vicdan sorunudur. Herkes vicdanının emrine uymakta ser5bestir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece, din işlerini devlet ve ulus işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.”
“Din ve mezhep, herkesin vicdani sorumluğundadır. Hiç kimse, bir başkasını ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayamaz. Din ve mezhep, hiçbir zaman, siyaset aracı olarak da kullanılamaz!”
ifadeleri, O’na inanmış herkes için yol gösterici olmuştur…


***

Laikli İlkesi’nin benimsenmesiyle, Türkiye’de din ve mezhep farklılıkları ortadan kaldırılarak, Mili Birlik ve Beraberlik duygusu güçlendirilmiştir.
Toplum hayatında akılcı ve bilimsel yöntemler geliştirilmeye başlanmıştır. Toplumda, dine ve insana saygı ile hoşgörü ortamı geliştirilmiştir.
Bu nedenle; Türk Milleti’nin, varlığını, inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği akıl ve bilimin yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilmesi sağlanmıştır.
Bundan geriye dönmek mümkün değildir.
Bu anlayışta geri dönmek demek; zamana ayak uyduramamak ve zamanın dışında kalmak demek olur.
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

15 Nisan 2008 Salı

EFENDİLER! PES ARTIK!

AB’den gelen ve aile terbiyesinden bile yoksun olduğu her hal ve tavrından belli olan Komisyon Başkanı küstah Jose Manuel Barroso’nun yapmadığı saygısızlık, söylemediği saçmalık kalmadı.
Dünün çapulcuları, AKP ve Zihniyeti iktidarının şımartması neticesinde; kendilerini, sömürgelerinden birini teftişe gitmiş görevli zannederek Ankara’yı ziyaret ettiler.
Barroso denilen zavallı, ailesinden terbiye görmediği gibi; maalesef bu yaşına dek, yetiştiği toplum da ona hiçbir şeyler verememiş. Belki de; kapasitesi yetmediği için alamadı… Kim bilir?
Ankara’da mevcut siyasi iktidar tarafından büyük ilgi ve itibar gösterilen Barroso düzenbazı, Deniz Baykal ve Devlet Bahçeli’den yeterince yüz bulamayınca; soluğu DTP Başkanı Ahmet Türk’ün yanına sığınmakla almış… Bu zavallılardan başka da ne beklenir ki?
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve Dünya milletlerinin önünde saygıyla eğildiği ve çoğunlukla da her daim manevi anısına bile saygı gösterdikleri Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi huzurunda eli cebinde durmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde abuk-subuk sözler söylemek, bu kendini bir şey zannedenlerin hadlerine mi düşmüş?
Ama ne yaparsınız ki; şu an Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, maalesef RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti iktidarı yönetmektedir. Bunların da ellerinin, AB’nin şarlatanlarına mahkum olduğu artık gözden kaçmıyor.
Cumhurbaşkanı bile, siyasi bir kişilik olduğu dönemde AB’ye etmediğini bırakmazken; bugün neredeyse övgüler düzme yarışına girmiş durumda…
Bu konularla ilgili o kadar çok yazdım ve söyledim ki; burada daha fazla yazmaksızın, sadece Mustafa Kemal Atatürk’ün, konuya ilişkin olduğuna inandığım, sözlerine yer vereceğim:

‘Tam Bağımsızlık denildiği zaman siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel vs her hususta tam bağımsızlık, tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun kalması demektir(1919).’
……….

‘Efendiler!
Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye, tam tersine, gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanmıştır. Artık vaziyeti düzeltmek için; mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi.
Halbuki; hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle ve planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!(1922)’
……….
‘Yalnızca bilimsel ve insani amaçlarla ülkemizde çalışmakla beraber; ruhlarında saklı bulunan Hıristiyanlık duygusu nedeniyle, hemen tümüyle Hıristiyan azınlıklarla meşgul olmak ve onlara, Müslüman kitlelerden ayrılmak arzusunu aşılamak amacında olanların faaliyetlerine serbestçe devam etmelerine Hükümetimizce izin verildiği taktirde; Müslüman olan ve olmayan tüm vatandaşlarına karşı pek ağır bir sorumluluk yükü altına girilmiş olunacaktır.
Bu nedenledir ki; Amerikalılar tarafından örnek çiftlikler ve benzeri kuruluşlar kurulup, buralarda kendi uyruğumuzdaki binlerce çocuğumuzun Türk Hükümet ve Milleti’ne karşı düşmanca duygularla dolu olarak yetişmelerine izin veremeyiz!’(1922).
……….

'Bir Devlet ki; fazla olarak yabancılar üzerinde yargı hakkını uygulamaktan yoksundur, böyle bir devlete Bağımsız denemez!’(1923).

Mustafa Kemal Atatürk, yukarıdaki sözlerinin, kendisinin 14 Eylül 1919 tarihinde İrade-i Milliye olarak kurup, daha sonra, 10 Ocak 1920’de Hakimiyet-i Milliye ve 1934 yılında da ULUS adını alan Gazete’de; gün gelecek ve yazılmak zorunda kalacak olmasını bilseydi; herhalde fazlasıyla üzülürdü…
Bundan sonrasının yorumu sizlerindir…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

AB TÜRKİYE’DEN NE İSTİYOR?

Avrupalılar, Türkiye’yi Tam Üye yapma hayaliyle, AKP ve Zihniyeti iktidarının ağzına bir parmak pekmez sürdükten sonra; konu hakkında bir sürü yazılan ve söylenenler oldu.
AB konusundaki bilgi kirlenmesi içinde de Türk Ulusu’nun kafası iyiden iyiye karıştı. Halkın en önemli bilgi kaynağı olarak kabul edilen Medya bile; bir yığın yanıltıcı bilgiyi servis ediyor.
Bir kısım işbirlikçiler, medyanın muhtelif köşelerine ve televizyon ekranlarına çöreklenmiş, neredeyse AB’yi bölgenin tek umudu haline sokma çabasında. Bunlar yapılırken; Milli Değerler kimselerin umurlarında bile değil.
Bu nedenle de; AB’nin Türkiye’den neler istediğini, daha doğrusu talimatlarının neler olduğunu, net bir dille bir kez daha anlatmak istedim.
AB’NİN TALİMATLARI
Her ne kadar açık-seçik söylenmese de; AB’nin taleplerinin, yani talimatlarının, neler olduğu, satır başları halinde ve kısaca şöyle sıralanabilir:
-Ergenekon soruşturması sürdürülsün,
Aydınlar üzerindeki baskılar artırılması için, henüz iddianamesi dahi hazırlanmamış olan Ergenekon soruşturmasının kapsamının daha da genişletilerek sürdürülmesinin, Türk Aydınları’nın sürekli baskı altında tutulması için gerekli olduğuna inanmışlar.
-Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesi kısılsın,
AB’nin, Türkiye üzerindeki hedeflerine ulaşmak için önünde engel gördüğü en önemli güç olan Ordu’nun, Türkiye’yi çok daha rahat bölüp, parçalayabilmek ve sonra da yok edebilmek için, kesinlikle susturulması hedeflenmektedir. Arzuları budur…
-Yargı Haddini Bilsin,
Özellikle Yüksek Yargı Organları mensuplarının konuşmasından ve Çağdaş, Laik Cumhuriyet’e, Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi esasıyla sahip çıkılması AB’yi ve dolaysıyla da AKP ve Zihniyeti’ni olabildiğince rahatsız etmektedir.
-AKP ve DTP kapatılmasın,
Bütün olup/bitenlere karşın; Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne karşı olunduğunu, imkan buldukları her fırsatta dile getirmekten çekinmeyen AKP ve DTP’nin kapatılması AB’yi neden rahatsız etmektedir? AB’nin kendini bilmez zavallıları, kendilerini bu iki siyasi oluşumun avukatı mı zannediyor? Tabii amaç bu değil! Bu iki siyasi partinin, AB’nin uzun vadeli amaçlarına oldukça uygun düştüğü gözlerden kaçmıyor.
-Üniversitelerde Türban serbest olsun,
Bunu sağlayabilmek uğruna Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen maddelerine rağmen; Anayasa’da değişikliğe gidilmiş, ardından kanuni düzenlemeleri yapmaktan, şimdilik vazgeçilmiştir. Ancak; bu konuda, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları görmezden gelinmektedir. ‘Güç Bende, Her İstediğimi Yaparım’ gibi bir dayatma zihniyeti, en büyük dayanaklarıdır. Bu da AB’nin yapmak istediğidir.
-Yabancı Azınlıklara mülkleri iade edilsin, Misyonerler vakıf ve şirket kurabilsin, Papaz Okulları açılsın,
Lozan Anlaşması delinmek istercesine Vakıflar yasası çıkartılmıştır. Bundan kasıt, AB’nin de istediği doğrultuda, öncelikle yabancı azınlığın mallarının iadesi, Misyonerlerin Vakıf ve Şirket kurmalarının kolaylaştırılması ve Ruhban Okulları’nın Açılmasıdır. Bunun arkasından Tarikatların ve Dini amaçlarla kurulmuş olan dernekler ve diğer vakıfların, Cumhuriyet döneminden beri gelmekte olan mallarının iadesi hedeflenmiştir.
-Türk askeri Kıbrıs'tan çekilsin,
AB’nin Kıbrıs konusundaki bütün çabaları göstermiştir ki; bunlar, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda, asla samimi değildir. Geçmişten buyana oldukça sık dillendirdiğim bu konuda; RTE ile AKP ve Zihniyeti de; AB arzusuna adeta çanak tutuyor. Talat da bu tavırlardan yüz buluyor olması itibariyle Kıbrıs’ta olup/bitenler, sanki Rum Yönetimi’nin ekmeğine yağ sürülüyor cinsinden.
Malum zihniyetin önündeki tek engel Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarıdır.
Önceden de söylediğim ve yazdığım gibi; Türk Ordusu’nun KKTC’de bulunması, sadece Türkler için değil, Rum Kesimi de dahil olmak üzere; adanın tamamında barışın sağlanması için de çok önemli bir etkendir.
-Kürt Sorununa Siyasi Çözüm Bulunsun,
Defalarca yazdık ve söyledik. Türkiye’nin Kürt sorunu yoktur. Olay, bölücü terör ve hainlerle mücadele sorunudur. Bunun gerekçesi de; bütün dünyanın kabullendiği gibi, Türkiye, bu mücadele ile Meşru haklarını korumaktadır.
Aslında, Olayı Kürt sorunu diye nitelendirmekle, Türkiye’yi bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek istemelerinde ne denli açık olduklarını gösteriyorlar.
-Türklüğe ve dolaysıyla da Türkler’e hakaret etmeyi yasaklayan 301. madde kaldırılsın.
Ne acı ve gariptir ki RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti iktidarı da aynı şeyleri istiyor. Bir başka acı gerçek de; bu konuyla ilgili değişiklik teklifinin hazırlanıp, Meclis’e sunulmuş olmasıdır. Amaçları, AB ilgililerinin ziyaretleri esnasında; ‘Bakın, biz 301. Maddenin kaldırılmasına ilişkin değişiklik teklifini Meclis’e sunduk…’ diyerek, bugüne değin bir çok konuda olduğu gibi; yeni bir taviz daha vermektir.
Ancak, halen Güldal Mumcu gibi yürekli ve vatanperver parlamenterlerimiz var da; değişiklik teklifi, henüz Anayasa Komisyonu’na gönderilmedi… Ama, bu tavır maalesef uzun süremedi.

Köksal Toptan döndü ve ayağının tozuyla yasa taslağını Anayasa Komisyonu'na havale ettiğini açıkladı...
Aslında istekler sıralamakla bitecek gibi değil. Buraya, sadece en belirginlerinden bazılarını koyabildim. Zamanla AB Komisyonu’na verilen raporların izlenebilmesi ve de incelenmesi neticesinde görülebilecek ki; AB, Türkiye’nin bir an evvel bölünmesi, parçalanması ve sonra da ortadan kaldırılmasını istiyor.
Bütün amaçları bu!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

14 Nisan 2008 Pazartesi

'ULUSAL EGEMENLİK BULUŞMASI' COŞKUSU

Yüz binler yine Ankara Tandoğan’da. Tıpkı 14 Nisan 2007’de olduğu gibi. Türkiye’nin dört bir yanından, Cumhuriyet’e sahip çıkmada üzerine düşen sorumluluğun gereğini yerine getirme arzusunda olan yüz binlerce vatandaşımız yollara düşüp Ankara’ya akın ettiler.
Tandoğan meydanı bir kez daha Kırmızı-Beyaz renklerle bayram yerine döndü. Böylesine yokluklarla boğuşan çalışanlarımız, emeklilerimiz ve bunların eş ve çocukları ile sanatçılarımız, bilim adamlarımız, bir kısım siyasetçilerimiz ve daha niceleri, bir kısmı ekonomik fedakarlıklarda bulunarak, bir kısmı ise, yoğunluklarına karşın zaman yaratarak Ankara’ya koştu. Tandoğan’da; hep bir ağızdan, ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!’ sloganı yeri göğü inletti adeta…


***

Türk Ulusu, miting yapmanın etkisinin nerelere vardığını çabuk gördü. Mitinglerin tadına varılınca da; Cumhuriyet’e Sahip Çıkma adıyla başlayan miting geleneği, 12 Nisan 2008 tarihinde, Ulusal Egemenlik Buluşması adıyla ve bir başka miting için Ankara Tandoğan’da yeniden bir araya geldi.
Yoğun kalabalığın doldurduğu Tandoğan Meydanı, tarihindekilere ilaveten, bir kez daha Bayram yeri oldu. İnsanımız, birbirlerinden aldığı güçle Laik Türkiye vurgusunu yaptı. Tam Bağımsız Türkiye diye atılan sloganlar, herkeslerin heyecanını doruğa çıkardı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Manevi Huzuru’nun gölgesinde, genci yaşlısı, çalışanı emeklisi, esnafı ev hanımı ve daha birçok alandaki insanımızın, Demokratik Kitle Örgütleri’nin himayesinde miting yaptıkları Tandoğan Meydanı’ndaki bütün coşkunun, Atatürk’e kadar ulaşıyor olmasının mutluluğu, mitinge ayrı bir duygu yüklemiş, katılanlarda bambaşka bir sevinç ve dolaysıyla da güç oluşturmuştu.


***

Ulusal Egemenlik Buluşması mitingi niçin yapıldı? Mitinge katılanlar ne istiyor?
Bunları kısaca sıralamak istersek:
-Tam Bağımsız Türkiye gerçeğini yüksek sesle haykırmak,
-Ulusal Egemenliğe sahip çıkmak,
-Atatürk İlke ve Devrimleri’nin vazgeçilmezliğini Türk Ulusu’na anlatmak,
-Laik Türkiye gerçeğini dile getirmek,
-Laik Cumhuriyet’in Erdemleri’ni tekrar dile getirmek,
-Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ni hatırlatmak,
-Türban dayatmasına karşı durmak,
-Unutturulmak istenen Atatürk ve Düşüncesine sahip çıkmak,
-Ülke’nin parça parça satılmasına engel olmak,
-Devlet’in Dini Esaslı Temellere oturtulmasına karşı durmak,
-Unutturulmaya çalışılan Milli Değerlerimiz’i bir kez daha haykırmak,
gibi daha yüzlerce, binlerce hususu Türk Ulusu’nun şahsında bir kez daha dünyaya seslenmek için düzenlendiğini görürüz bu mitingin…
Bu coşkunun asla susmaması gerekir. Mitinglerde böylesine bir arfaya gelebilme başarısını gösterebilen, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlı olanların; bu birliktelik ve beraberlik anlayışını sonsuza değin sürdürmesi zorunludur.
Emperyalizmle olan mücadelemiz için bu olmazsa olmazımızdır. Aksi halinde, mücadele etmenin anlamı kalmayacaktır. Ancak birlik içinde ve beraber olduğumuz sürece mücadele kazanılabilecektir.
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com


AB, EDEPSİZCE TEHDİT EDİYOR


Avrupa Birliği hep bir ağızdan konuşuyor. Bir yanda AB Komisyonu Başkanı M. Barroso, diğer tarafta Dış Politika ve Savunma Yüksek Temsilcisi J. Solana.
Bunlar yetmezmiş gibi; AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi O. Rehn ve Türkiye AB KPK(Karma Parlamento Komisyonu) Eşbaşkanı Lagendijk de boş durmuyor. Salvo atışlar peş peşe sıralanıyor.
ABA ALTINDAN SOPA
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı J. M. Barroso, Ankara’yı ziyareti öncesinde yapılan bir röportaj esnasında adeta saçmalamış…
AKP’nin kapatılması davasını talihsizlik olarak niteleyen Barroso, Mahkeme’den kapatma yönünde bir karar çıkması halinde; Türkiye’nin AB üyeliğinin ciddi derecede zarar göreceğini söylüyor. Bu durumda, Türkiye’ye üyelik tarihi de verilemeyeceği dile getiren Barroso; ‘Türkiye’ye, bu kritik günlerde konferans vermeye gitmiyorum. Son olaylar da göstermiştir ki; bu şartlar sürerse, Türkiye’ye tam üyelik tarihi de verilemez…’ diye ötmüş…
Hadi canım sende!
Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?
Haddinizi bilin!
……….

Röportajın devamında; ‘… Laiklik kavramının gerek mahkemeler, gerekse askeri yollarla ve zorla dayatılamayacağını…’ vurgulayan Komisyon Başkanı, Türkiye’yi önemsediklerini ve Türkiye’de yapılan yatırımların %80’inin AB’ye ait olduğunu söylemesi, dikkatlerden kaçmayan diğer bir konu.
Yani, Barroso’nun söylemeye çalıştığı; yatırımların ağırlığının kendilerinde olmasının, ülke yönetiminde söz hakları olduğu imasını doğurduğudur. Türkiye, bundan sonraki yoluna AB’nin istemleri ve talimatları doğrultusunda gitmesi, aksi halinde iplerin çekileceği ve sürekli gergin tutulacağı mesajı verilmeye çalışılıyor…
‘SONUÇ KÖTÜ OLUR’ MUŞ
AB’nin Dış Politika ve Savunma Yüksek Temsilcisi J. Solana’nın da; ‘AKP’nin kapatılması halinde; bunun Türkiye-AB ilişkilerine ağır bir darbe vuracağını ve bundan dolayı da sonuçların oldukça kötüye gideceğini…’ vurgulaması, davanın mahkemede görüşülmeye başlamasından önce mesaj göndermeye çalıştığı şeklinde yorumlanıyor. Hukukun Üstünlü İlkesi’ne saygılı olduklarını iddia edenlerin haline ve tavrına, davranışına bakın…
Sizi böylesine öttürenlere yazıklar olsun!
……………………
Görüldüğü üzere; Hukuk konusunda kimseye söz bırakmayan AB’nin, AKP kapatma davası konusunda, Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi’ni benimsemiş çağdaş toplumlarda, bir aptalın bile yapmayacağı türden, Mahkeme üzerinde baskı kurma çabaları, AB’nin insanlık dışı davranışı ve de ayıbıdır.
RTE’nin ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti iktidarının, Türkiye’yi üye yapmaya çalıştığı AB’nin kafasının arkasındaki düşünceleri maalesef böyle…
Mevcut iktidarın kimlerin kapısında kul, köle olmaya çalıştıkları, tam üyelik konusunda kimlere yalvar yakar oldukları ortada.
Al sana AB!
Yani RTE’nin, Atatürk Türkiyesi’ni tam üye yapmaya çalıştığı, hukuk tanımayan ve devletlerin bağımsızlığına saygısı olmayan AB…!
‘TÜRKİYE’Yİ TEST’ MİŞ
Avrupa Birliği Komisyonu Genişlemeden Sorumlu üyesi O. Rehn, ‘AB ile Türkiye ilişkisinde; AKP’nin kapatılması davasının seyri ikinci bir test olarak görülüyor…’ diye söylemiş. İlk test, geçen yılki Genel Seçimler ile ardından yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde verilmiş. Sınava tabii olduğumuzdan Türk Ulusu’nun haberi olmadı. Muhtemelen iktidar haberdardır…
Millet’ten gizlenen bir sınav…
Türkiye’den, ‘Özellikle temel hak ve özgürlükler konusunda acil reformlar beklediklerini…’ açıklayan Rehn, ‘Türkiye’deki istikrara önem verdiklerini…’ dillendirmiş.
Bu sapık düşünceli zavallıya da; ‘HOŞT’ demekten bize gına geldi dersek abartmış olmayız.
ÇANAK TUTULUYOR
AB’nin önde gelenlerinin böylesine sorumsuzca ve terbiye dışı sayılabilecek tarzdaki konuşmalarının nedenleri; AKP ve Zihniyeti iktidarının otoritesizliğinden kaynaklanıyor. Bu, AB’ye Çanak Tutmak demek değilse nedir?
Güçlü ve Onurlu Dış Politika sahibi iktidarlarda böylesi davranışlar görülmez. Cumhuriyet Tarihimizde; Onurlu İktidar Davranışlarına oldukça çok sayıda örnekler var.
Dikkat edilirse; Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleri hakkında AB’nin önde gelenlerinden tek söz dahi duyulmuyor.
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni ağzına alan yok. Tabi bu da RTE ve hükümetinin işine geliyor. Çünkü, AB’nin dillendirdikleri, Dini Esaslı Devlet kurma hayali ve gayretlerine çok uygun düşüyor. Çanak Tutma’nın en önemli nedeni de budur…
Artık; RTE iktidarının, tehditler karşısında sus-pus durmasının, geleceğe yönelik amaçlarına uygun düştüğünü daha ayrıntılı anlatmaya gerek var mı?
Bunlar oldukça planlı ve organize hareketler… İçerdeki İşbirlikçiler, AB’nin işlerini oldukça kolaylaştırıyor.
AB’nin edepsizce tehditleri, sözde sertlikleri ve özellikle RTE hükümetleri dönemindeki, sözüm ona, çıkışları, artık alışılmış olaylar.
Sözü bir anekdotla bitirelim:


’Bildik hikaye; Adınız nedir? Mülayim efendim.
Cevap; Sert olsan ne yazar…!’


CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

12 Nisan 2008 Cumartesi

TARİHTEN DERS ALMAK

Çok çabuk unutuyoruz. Çoğunluğumuzun, yakın geçmişteki bir olaya ilişkin bir şeyler söylenip de hatırlayıp/hatırlamadığımız sorulduğunda; hemen, ‘Akşamki yediğim yemeği unuttum. Bunları nereden hatırlayım…’ şeklinde cevap verdiği bilinir…
Antalya Akdeniz Üniversitesi’ndeki olayları gördüğümde; 30 yıl kadar önceki günleri hatırladım birden. Türkiye üzerinde her türlü karanlık amaçlı oyunların oynandığı oldukça zor günlerdi.
Bazı kişi ve aileler üzerinde izleri halen bulunan olaylar kolay unutulur mu? Binlerce insanımızı canından bezdirdi. Bir çok aile ocağı söndü. Yüzlerce gencimiz gencecik hayatlarını yitirdiler… Yaşanılanlara bugün bile inanmak olası değil…
Özellikle; 1975-1980 arası, günde ortalama 25 kişi, terör olayları yüzünden hayatlarını kaybettiler. Aileler, gencecik evlatlarının acılarını, ilelebet yaşamak üzere içlerine, cansız ve masum bedenlerini ise kara toprağa gömdüler…
Bunlar kolay dayanılabilecek olaylar değildi. Başlarına gelmeyen bilemez.
Bugünkü 25-30 yaş gençliği bunları bilemez. Çünkü, olayın tarihini yazan bir kısım insanların, gerçekleri maalesef çarpıtarak, değerlendirmelerde kendi görüşlerine sadık ve bağlı kaldıkları bir gerçek. O döneme ilişkin olarak yazılmış kitaplara bakıldığında, bu tarafgirlik maalesef açıkça görülmektedir.
Halbuki, tarihi kaleme alanlar, olabildiğince tarafsız ve objektif olmalılar. Ancak o zaman arkadan gelen gençler, gerçekleri öğrenme şansına sahip olabilir…



***


O günleri hatırladığımda; içim kararıyor, ruhumu bir sıkıntı sarıyor. Siyasetçilerimizin sorumsuzluğu ve buna dayalı açıklamaları halen gözlerimin önüne geliyor. Toplum, solcu, sağcı, dinciler vb gibi üçe, dörde, beşe… bölünmüş. Bunlar da kendi aralarında bir yığın kliklere ayrılmış.
Faili meçhul cinayetler, öldürülen aydınlar, kurtarılmış mahalle veya semtler, kolayca girilip çıkılamayan kasaba, hatta şehirler hala gözlerimin önüne geliyor. Günlük gazeteler, kan gölüne dönmüş yerlerin fotoğraflarıyla dolu…
Bölünmüş taraflar birbirlerini suçluyor, siyasetçiler de buna çanak tutuyordu. Meclis’teki kavgaların seviyesizliği, tartışmaların çapsızlığı tutanaklarda mevcuttur.
Dönemin ve özellikle de I. ve II. Milliyetçi Cephe Koalisyon Hükümetleri’nin Başbakanı olan Süleyman Demirel, sorulan bir soruya verdiği cevapta, ‘…Bana Milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz…’ diyerek açık tavrını ortaya koymuştu…
Aynı kişi, 12 Eylül’den sonraki bir dönemde de yaptığı açıklamada; askerlere atıfta bulunurcasına, ‘Elinizde bu imkan vardı da; olayları neden 11 Eylül günü durdurmadınız…?’ gibi ifade kullanarak, Başbakan olarak, güya sorumlu olmadığı imasında bulundu.
Aslında, aşağıdaki bir başka anekdotta da görülebileceği üzere; o dönemde her iki taraf da kullanılmıştı. Bunu yıllar sonraki bazı itiraflardan açıkça görebiliyoruz…
Konuyla ilgili bir anekdotu daha vermek istiyorum:
‘Televizyon kanallarının birinde, bugün aramızda bulunmayan ve vefat etmiş bir milletvekili, -o dönemde maalesef hepimiz kullanıldık. Gerek sol, gerekse sağ kanattaki arkadaşlarımız maşa oldular. Ben bile cinayet işledim. Cezamı da çektim- demiş ve 12 Eylül 1980’e gelinen olayların çok kısaca ne olduğunu anlatmıştı…’


***


Bugünlere baktığımızda; Akdeniz Üniversitesi’ndeki son olaylar, unutulmaya yüz tutmuş geçmişteki olayları hatırlattı. Yaklaşık 30 sene önce yaşadığımız ve Türkiye’yi üzüntüye boğan makus olaylar sanki geri geliyordu… O zaman da karanlık güçler olayları böyle başlatmıştı. Yani, aynen Akdeniz Üniversitesi’nde olduğu gibi…
Sözün bu noktasında Gençler’e seslenmek istiyorum:
‘Sizler Bilgi Çağı’nın aklı başında Gençlerisiniz. Lütfen, karanlık amaçlı güçlerin sizleri kullanmasına izin vermeyin. Elbette bu ülke için mücadele vermek sizlerin de yapması gerekendir. Ancak, Üniversiteler’de, hiç yoktan sebeplerle birbirinizle kavga ederek, karşılıklı silaha sarılarak hiçbir şeyi çözemezsiniz. Bu geçmişte de denenmiştir. Boşuna bir çaba ve sonuç getirmeyecek bir kavganın içine çekiliyorsunuz. Eğer, bir an evvel uyanmazsanız; sadece, bir kısım arkadaşlarınızın canını yakar ve sizi kullanmayı planlamış olanların da ekmeğine yağ sürmüş olursunuz…!’
Emperyalist güç odaklarınca tezgahlanan oyunlar, çeşitli görüntüler ve isimlerle karşımızı çıkabilir. Mustafa Kemal ATATÜRK, Gençliğe Hitabesi’nde:
‘…Bütün bu şeraitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhited ebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır!’
şeklinde ifade ederek bu gerçeği saptamıştır…
Türkiye’yi önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyen emperyalist ve karanlık amaçlı güç odaklarıyla mücadele etmek olmazsa olmazımızdır. Buna hiçbir diyeceğim yok. Olamaz da!
Ancak; üniversitelerde masum öğrenci olayları görüntüsüyle başlayıp, sonra da ilköğretim okullarına kadar sıçrayabilecek kargaşanın ve yarattığı kaosun, malum güç odaklarının tezgahladığı oyunlar olduğu gözden uzak tutulmamalı.
Bu oyunlara gelmemek ve karanlık güç odaklarının kucağına düşmemek için Tarihten Ders Almayı bilmek gerekir.
Acılarla dolu olayları yeniden yaşamaya, Türk Ulusu’nun tahammülü yoktur.
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.blogspot.com
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

11 Nisan 2008 Cuma

YENİ BİR İHANET

Avrupa Birliği’nin en üst düzey karar organı olan Adalet Divanı, Osman Öcalan’ın başvurusunu karara bağlayarak, örgütün 2002’de ‘Terör Örgütü Listesi’ne alınması kararını, ‘Savunma Hakkı’ verilmediği gerekçesiyle hatalı buldu. Adalet Divanı, Bölücü Terör Örgütü’nün listeye alınmasının hatalı olduğuna karar verdi.
HAİNLERE MASUM MUAMELESİ
Bölücü terör örgütünün, yaklaşık 30 yıldır Türkiye’ye verdiği zarar meydanda. Bebek katillerinin sadece 40 bin civarında insanımızın canına kıydıklarını daha nasıl anlatalım?
Geçmişte defalarca yazdığımız halde; Avrupalı, bölücü terör örgütünü ve hainleri masum kabul edebilmek için büyük gayret sarf ediyor. Ancak, acıyı çeken ve yaşayan Türk insanı.
Türkiye’nin terörist ilan ettikleri, nasıl oluyorsa Avrupa’da, kahraman muamelesi görüyor. Son 25-30 yıldır, Türkiye’den bir şekilde sınır dışına çıkabilmiş hainlerin tamamı, Avrupa’nın çeşitli devletlerinde özgürce yaşıyorlar. Bu yetmediği gibi; bu ülkelerdeki Türk insanını haraca bağlayıp, toplanan paraları silaha yatırarak, bunları da teröristlere ulaştırıyorlar.
Bunları söylemekten, neredeyse biz usandık, ama Avrupalı’dan tık yok…
SORUN SİYASİ OTORİTEDE
AKP ve Zihniyeti’nin, iktidara geldiğinden bu yana, AB karşısında vermediği taviz kalmadı. Yasaları bile, AB normlarına uymak uğruna kuşa çevirdikleri açıkça ortada. Bugüne kadar AB’nin iteleyip, kakalamalarını; sanki ‘Aferin’ almışçasına, gülümseyerek karşılayan RTE hükümeti, AB ile olan ilişkilerinde, asla ‘Onurlu Hükümet’ olarak davranamamıştır. Türk İnsanını da kahreden budur…
RTE, son İsveç gezisinde; AB ile yola devam, 301 gündemimizden çıkarılacak vb gibi taleplerini, daha doğrusu tavizlerini bir kez daha yinelemiş. Ardından da; bu söylediklerinin üzerinden henüz 12 saat bile geçmeden, Stockholm Ticaret Merkezi’ndeki Türk-İsveç İş Formu’nda yaptığı konuşmada; ‘AB’nin Türkiye’yi oyaladığını, üye olarak almayacaklarsa bunu açıkça söylemeleri gerektiğini…’ ifade etmiş…
Bunun adına iki yüzlü siyaset denmez de ne denir? Siz karşınızdakileri çocuk mu sanıyorsunuz? Bu yapmaya çalıştığınız doğulu kurnazlığı ile belki yandaşlarınızı kandırabilirsiniz. Ancak, Uluslararası ilişkiler ciddi siyaset isteyen işlerdir. Dün ‘Ak’ dediğinize, bugün ‘Kara’ derseniz; sonunuz böyle olur işte.
Ama, Türk Ulusu’na bunu yapmaya hakkınız yok! Milletimiz, her alanda onurlu davranış ve siyaseti fazlasıyla hak etmektedir. Bunu sağlamakla yükümlüsünüz
AB’NİN AMACI
Avrupa, tarihin derinliklerinden beri Türk Ulusu’yla asla can ciğer olmamıştır. Bütün ilişkilerde, hep gizli ve sinsi bir davranış kendini göstermiştir. Türkiye’ye karşı; AKP ve Zihniyeti iktidarı ile işbirliği içinde olması ve bölücü teröre destek sağlayıp, hainleri barındırması ve kollamasının amacı; Türkiye Cumhuriyeti’ni önce bölüp, parçalamak, sonra da yok etmektir. Bundan hiç kimsenin en küçük bir endişesi dahi olmasın!
ABD’nin de amacı bu olduğuna göre; mesele Türkiye olduğunda yapmadıkları numara, başvurmadıkları çirkin yöntem ve Bizans Oyunu kalmıyor. Bunun iyice bilinmesi ve bellenmesi gerekir.
Türk Hükümetleri’nce; bundan sonra oluşturulacak uluslararası siyaset de buna göre şekillendirilmelidir.
AB, bölücü terör örgütünü, terörist örgüt listesine aldı ne oldu, listeden çıkarsa ne olacak!
Ancak, Avrupa Adalet Divanı’nca yapılan son işe baktığımızda; gördüğümüz Yeni Bir İhanet’in daha gerçekleştiğidir…
CENGİZ ONAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com


9 Nisan 2008 Çarşamba

YARGI TEHDİT EDİLEMEZ, BASKI YAPILAMAZ!


AKP’nin kapatılması davasının ardından ileri-geri konuşmalar yapıldı. Halen de yapılıyor. Özellikle AKP ve Zihniyetli mahreçli bu konuşmalar, zamanla hakaret noktasına ulaşıyor ki; Yargıtay başsavcılığı, yazılı açıklama gereğini duydu…
BAŞSAVCI UYARIYOR
Kapatma davası, bir kısım insanlarda sıkıntılara yol açtı.
Kim bu hazımsızlar?
Gayet basit, hemen söyleyelim;
Siyaseti, ‘Öç Alma’ psikolojisi üzerinden yapmaya çalışanlar. En küçük bir eleştiriye dahi tahammül gösteremeyenler. Kendilerini sadece doğru yapanlar, başkalarını da daima yanlış yapanlar olarak değerlendirenler….
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, kapatma davası açılmasının ardından, eleştirilerin ağır ifadelere dönüştüğünü ve bu nedenle de; olaya sebebiyet verenler hakkında yasal yollara başvurulacağını duyurdu.
Başsavcı tarafından yapılan açıklamada; ‘Bazı yazılı ve görsel basında, davaların içeriğini daraltan veya genişleten bir biçimde, Cumhuriyet Başsavcılığımız’a izafeten yapılan haberler ile bu haberlere dayalı yorumlar, Başsavcılığımız’ca kabul görmemektedir. Siyasi partiler hakkında açılan kapatma davaları nedeniyle eleştiri sınırı dışında kalan, kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ve tehdit içeren veya yargılama sürecini etkileme niteliğinde bulunan söz ve yazılar ile ilgili olarak adli yargı mercilerince gerekli yasal işlemlerin yapılacağı muhakkaktır.’ denildi.
YARGI’YA TEHDİT VE BASKI…
Cumhuriyet Dönemi’nin, özellikle son 70 yıllık döneminde, siyasi iktidarların Yargı’yla hep sorunları olmuştur. En azından, tarihçilerimiz tarihin yapraklarına böyle kayıt düşmüşler…
İyi ama; Neden?
Açıklayalım efendim:
Çok partili döneme geçişten itibaren, siyasal gücü ellerinde bulunduranlar, bir şekilde Yargı’yı önlerindeki en önemli engelleyici güç olarak görmüşlerdir. Yargı’nın sağlam temellere dayanan esaslarını, tam anlamıyla siyasallaştırmayı başaramayınca; çeşitli yöntemlerle etkileme gayretlerinde bulunmuşlar. Hatta, Yargı dışında güç oluşturma yönüne gidilmiş ve kısmen başarılı olunmaya da başlanmıştır. Buna en somut örnek 1960’lı yıllara gelinirken, DP iktidarınca kurulan ve sınırsız yetkilerle donatılan ‘Tahkikat Komisyonları’ dır…
Daha sonraki dönemlerde; yüksek yargı organları üyelerini denetimi altına almak isteyen siyasi iktidarlar, bu taleplerinin karşısında Anayasa’yı görünce; bu sefer de Anayasa üzerinde oynamaya başlamışlar. Son günlere AKP ve Zihniyeti iktidarının yapmak istedikleri de buna iyi bir örnek teşkil etmektedir.
Bunların dışında, milletvekili dokunulmazlığına sığınıp da; gerek Anayasa, gerekse kanunlar hakkında ileri-geri konuşanlar, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanlığı’nın halen Adalet Bakanı tarafından yürütülmesine göz yumanlar ve Adalet Bakanlığı Müsteşarı’nın HSYK üzerindeki etkisini ortadan kaldırmayanlar, Yargı’nın siyasallaştırılmasından doğrudan sorumludurlar.
Görüldüğü gibi, siyasal iktidarların en çok uğraştıkları, başlarını ağrıtan konu Yargı’dır. Çünkü, Yargı’nın Anayasa’dan aldığı gücü, Siyasi İktidarların ihtiraslarının önüne geçebilecek tek iradedir. Hukuk’un üstünlüğünün anlamı da budur…
Bu gerçeklere karşın, bazı aklı kıt olanların, sözüm ona, herhangi bir mağduriyetleri esnasında, ileri-geri konuşmaları ve söylemlerinde kantarın topuzunu kaçırmaları, eleştiri dozunu ayarlayamayıp, işi hakarete vardırmaları, asla yapılmaması gereken hususlardır.
Sebebi ne olursa olsun; Tehdit ve Baskı, Yargı Sistemi’nde asla olmamalıdır…
ULEMA’YA HAVALE
Yargı’nın bu gücünden rahatsız olanların özlemlerinin Mecelle Hukuku olduğu öteden beri bilinmektedir. Gerek Danıştay’a yapılan silahlı saldırı neticesinde bir Danıştay Üyesi’nin şehit edilmesi ve gerekse son gelişmeler çerçevesinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na, hakarete varırcasına eliştirilerde bulunulması, hazımsızlığın ve ‘Öç Alma’ üzerine oturtulmak istenen siyasi zihniyetin bir işaretidir.
RTE bile hazımsızlığı teyit etmiş ve türbanla ilgili bir söyleminde, öfkesine hakim olamayarak, Yargı mensuplarının konu hakkındaki görüşleri için, ‘Efendi! O Senin işin değil. Onu Ulema’ya sormak gerekir…’ şeklinde bir ifade kullanmıştır.
HUKUK’UN ÜSTÜNLÜĞÜ İLKESİ
Çağdaş Toplumlar’ın olmazsa olmazı; Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi’dir. Siyaset yapanların bu gerçeği görmezden gelmesi kabullenilebilecek bir olgu değildir.
Her canı isteyen ve işine öylesi gelen, hukukla oynayamaz. Böylesi keyfi uygulamaların bedelini toplumlar çok ağır olarak öderler…
Demokrasinin erdemleri, asla zor olan şeyler değildir. Zor olan onu kabullenip, sindirebilmek ve ona göre iktidar olmaktır…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

8 Nisan 2008 Salı

AB’NİN ŞARLATANLARI


Uzun zamandır sesi soluğu pek çıkmayan AB’nin, AKP’nin kapatılması davasının ardından yeniden ortaya çıkması düşündürücü öyle değil mi?
22 Temmuz seçimleri kararının alındığı günlerde RTE ve hükümetinin sıkıntıları olmadığı itibariyle AB kanadından ara sıra ses geliyor ancak pek zülfiyara dokunan sözler edilmiyordu. Seçim sonuçları da; kurgulandığı gibi olunca; ABD ve AB’nin şarlatanları başta olmak üzere, belli bir kesimin keyfine diyecek yoktu. Bu durumda elbette sesleri çıkmadı. Ne gerek vardı ki?
İŞLER TERS GİTMEYE BAŞLADI
Seçimlerin ardından, Meclis’te MHP ve zamanla da DTP’nin de desteğini arkasında bulan RTE ve Hükümeti, Türkiye’yi kapalı rejimlere has bir yöntemle yönetme sevdasına soyundu.
Anayasa’yı değiştirmeler, Vakıflar Yasası’nı çıkartmalar ve Türban dayatmasıyla toplumu iyiden iyiye gerilime sokup, ‘Bizden olanlar ve Ötekiler’ nitelemesiyle bölünmüşlüğün çizgilerini netleştirme çabaları bardağı taşıran damlalar oldu.
Irak’ın kuzeyine yapılan Güneş Harekatı konusunda, siyasi otoritenin kararını gerektiren konularda ABD’den alınan talimatlarla işi götürmek ve en son da; Irak’ta bulunan birliklerin geri çekilmesi konusunda, ABD’nin isteğine uygun düşercesine bir karar verip, durumu TSK’ya bildirmek gibi, milli menfaatlere aykırı düşen hususları da eklediğimizde; adeta bardak devrildi denilebilir…
Bu noktalarda AB’den gelen tepkilere dikkat edildiğinde; RTE’nin ve dolaysıyla AKP ve Zihniyeti iktidarının ayıplı sayılabilecek hareketlerini dillendirmekten uzak ifadeleri içerdiği hemen fark ediliyordu.
Ancak, Türk Ulusu’nun içine çekildiği gerilim son noktalara gelmiş ve bölünme olabildiğince ayrışmaya başlamıştı. AKP ve Zihniyeti kanadından gelen açıklamalar da; Çağdaş ve Laik Cumhuriyet’in esaslarıyla bir türlü bağdaşmıyordu
AKP’Yİ KAPATMA DAVASI
Olaylar karşısında, toplumun önde gelen hukuk adamları tehlikenin boyutlarına dikkat çektikçe; RTE, söylemlerini daha da bir sertleştiriyordu. Her kim, Laik Cumhuriyet yanlısı bir söz edecek olsa; RTE, ne yapıyor, ne ediyor bir fırsatını bulup, karşı görüşlerini, uygun kelimeler seçmeye çalışarak dile getiriyordu.
Sonunda olanlar oldu. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman YALÇINKAYA, ‘Laikliğe Aykırı Fiillerin Odağı Haline Geldiği…’ gerekçesiyle, AKP’nin kapatılması istemiyle, Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı.
Tam da bu aşamada; işbirlikçi basın ve hainlerle birlikte AB’nin şarlatanları da havlamaya başladılar.
Fransız Haber Ajansı’ndan alınan habere göre ve Slovenya’nın Brdo Pri Kranju kentinde yapılan ve Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın da iştirak ettiği resmi olmayan AB Dışişleri Bakanları toplantısında; AB’nin genişlemeden sorumlu yalakası Olli Rhen efendi, gazetecilerin bir sorusu üzerine, ‘…Bu evrede Türk Anayasası’nda bir sistem hatası ortaya çıkmıştır. Zaten AB uzun süredir Türkiye’nin bir anayasa reformu yapmasını istemektedir… Daha önce de söylediğim gibi normal demokrasilerde bu türden sorunlar mahkemelerde değil ama seçimlerde çözümlenir…’ şeklinde cevap verme saçmalığını göstermiş.
Kendini sömürge valisi ve Türkiye’yi de sömürge gören Olli Rhen’in yaptıklarının yenilir yutulur tarafı yok…
Bu açıklama esnasında Ali Babacan da bunları dinliyor, ama hiçbir tepki göstermiyor…
Burada, Olli Rhen efendiye verilebilecek tek cevap var; HOŞT!
KARŞILIKLI DAYANIŞMA
AKP ve Zihniyeti’nin, iktidara gelmesinin ardından, AB’nin kapısı önünde turlamaktan, takla atmaktan ve temennah çakmaktan ne hallere düştüğü, henüz hafızalardaki tazeliğini koruyor. Uzun süren bu seyrin peşinden, ağızlarına sürülen bir parça pekmezi halen yalayıp durmaktalar.
İlk temaslarından bugüne kadar vermedikleri taviz kalmadı. AB normlarını hemen her alanda kayıtsızca uyguladılar. AB, Türkiye’den istediklerinin hiç birisini, tam anlamıyla diğer üye ülkelerde uygulamadı dersek; yanılmış olmayız…
Mevcut iktidarın, gerekli saygınlığı görmesini sağlayamadığı dış politikamızın böyle olması neticesinde; AB’nin şarlatanlarına da fazla sinirlenilmemesi gerekir diye düşünenler olabilir. Çünkü güçlerini bir yerlerden alıyorlar…
Haksız sayılmazlar…
Buna gerekçe olarak RTE’nin en son yaptığı İsveç seyahati esnasındaki söylemleri gösterilebilir…
Bakın, RTE neler söylüyor:
-AB hedefinden sapma yok…
-301 gündemden çıkacak…
-TRT’den Kürtçe yayın yapılacak…
……
İnsanın bir an bu söylemleri söyleyenin bir yabancı olduğunu düşüneceği geliyor. RTE’yi ekranda görmesek; Biz de aynen böyle düşünürüz…
Siz, Atatürk Türkiyesi’nin Başbakanı olarak böyle söylerseniz; AB’nin şarlatanları da öylesine konuşur…
Bu yetmedi; en son alınan haberlere göre de; Avrupa Adalet Divanı’nda, Bölücü Terör Örgütü PKK’nın, ‘AB terör örgütleri listesinden çıkarılmasının kabul edildiği…’ öğrenildi…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com