ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(8)
‘22 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı’
-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(4)
YENİDEN SAMSUN’DA!
(8)
‘22 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı’
-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(4)
“(…)Şu onursuzluğa, şu kişiliksizliğe, şu millete güvensizliğe, şu kavrayışsızlığa, şu cahilliğe, şu zavallılığa, şu alçaklığa ve şu hainliğe bakınız!
Bağımsızlık düşünce ve onurundan, milli duygu ve bilinçten bütünüyle yoksun, aşağılık duygusu içindeki bu zavallı, korkak, pısırık, uşak ve dilenci ruhlu, bencil, çözüm olarak vatan topraklarını peşkeş çekmekten utanmayan, milletin ırzına, namusuna ve acısına böylesine kayıtsız olan bu insanlar gökten yağmadı, kendiliğinden böyle olmadı.
Bu kafalar ve bu vicdanlar, konuşmamın başında kısaca anlattığım o geri ve çağdışı düzenin, çürümüş ortamın ürünüdür.
İstanbul yönetimini bu insanlar temsil etmiştir.
Buna karşılık, uyanık anne babaların eğittiği, yeni, farklı, çağa açık eğitim kurumlarında yetişmiş olan ya da aklını kullanan, kendini yetiştiren yurtsever insanlar bu düzenin ve ortamın etkisi dışında kalmayı başarmışlardır. Bunların çok büyük çoğunluğu Milli Mücadele safında yer alacaklardır. Türkiye’yi bunlar kurtarmıştır.
Şimdi burada durup şu soruya yanıt arayalım:
Zaferden sonra ne yapmalıydı?
İki yol vardı.
Birinci yol, TBMM’ni ve Ankara hükümetini dağıtıp yeniden İstanbul yönetimine bağlanmaktı. Ama bu kafa ve vicdanlarla nereye varılabilirdi? Uzun uzun düşünmeye gerek yok. Nereye varılabileceğini Osmanlı Devleti’nin son 150 yılı ve Milli Mücadele yılları açıkça göstermektedir. Bu kafanın ve vicdanın Sevres Andlaşması’nı imzalamış olduğun, Ankara’ya kabul ettirmek için de çabaladığını hatırlamak yeter.
İkinci yol ise, yüz binden fazla asker ve sivil kayıp vererek, dört yıl gözyaşı, göz nuru, ter ve kan dökerek kavuştuğumuz bağımsızlığımızı bir daha yitirmemek, bu acı günleri bir daha yaşamamak, bir daha ayak altında kalmamak, bir daha yenilmemek, ezilmemek, sömürülmemek, horlanmamak, insan gibi yaşamak için, kısacası hızla ilerlemek ve çağdaş uygarlığı paylaşmak için, yeni insanlardan oluşan yeni bir toplum ve yeni bir devlet kurmaktı.
Haklı olarak ikinci yol seçilmiştir.
Cumhuriyet, fikri ve vicdanı hür, bilinçli, bilime saygılı, yurtsever, onurlu, bedence ve ruhça sağlıklı, çağdaş, sanatsever, hurafelerden, yobazlıktan ve bağnazlıktan uzak, hoşgörülü, yeni insanı ve yurttaşı yaratmayı amaçlamıştır.
Bütün devrimlerin, kararların, yeni kurumların amacı budur!
Zaferden sonra ne yapmalıydı?
İki yol vardı.
Birinci yol, TBMM’ni ve Ankara hükümetini dağıtıp yeniden İstanbul yönetimine bağlanmaktı. Ama bu kafa ve vicdanlarla nereye varılabilirdi? Uzun uzun düşünmeye gerek yok. Nereye varılabileceğini Osmanlı Devleti’nin son 150 yılı ve Milli Mücadele yılları açıkça göstermektedir. Bu kafanın ve vicdanın Sevres Andlaşması’nı imzalamış olduğun, Ankara’ya kabul ettirmek için de çabaladığını hatırlamak yeter.
İkinci yol ise, yüz binden fazla asker ve sivil kayıp vererek, dört yıl gözyaşı, göz nuru, ter ve kan dökerek kavuştuğumuz bağımsızlığımızı bir daha yitirmemek, bu acı günleri bir daha yaşamamak, bir daha ayak altında kalmamak, bir daha yenilmemek, ezilmemek, sömürülmemek, horlanmamak, insan gibi yaşamak için, kısacası hızla ilerlemek ve çağdaş uygarlığı paylaşmak için, yeni insanlardan oluşan yeni bir toplum ve yeni bir devlet kurmaktı.
Haklı olarak ikinci yol seçilmiştir.
Cumhuriyet, fikri ve vicdanı hür, bilinçli, bilime saygılı, yurtsever, onurlu, bedence ve ruhça sağlıklı, çağdaş, sanatsever, hurafelerden, yobazlıktan ve bağnazlıktan uzak, hoşgörülü, yeni insanı ve yurttaşı yaratmayı amaçlamıştır.
Bütün devrimlerin, kararların, yeni kurumların amacı budur!
Sevgili Yurttaşlarım!
Bu uzun ve zor yıllar boyunca, içeriye dönük tek sorunumuz Milli Mücadele’ye karşı tavır almış olan bu insan taslaklarından ibaret değildir. Tarihten gelen bir çok zaafımız, yetersizliğimiz daha ortaya çıktı. Bir yandan savaşıyor, bir yandan da bir daha bu duruma düşmemek için ne yapmak gerektiğini düşünüyor, tartışıyor, araştırıyor, köklü, kalıcı, kurtarıcı çözüm yolları arıyorduk. Askeri zafer bir son değil, bir başlangıçtır. Bir daha bu hale düşmemeyi sağlayacak çözümler bulunmaz ve uygulanmazsa, zafer boşa giden bir çırpınış olurdu.
Çözümleri, yaşadığımız hayatın içinden çıkardık. Hiçbiri sebepsiz değildir, hepsi hayat kadar güçlü gerçeklere dayanmaktadır.
Bu yüzden;
-Saltanatı kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettik;
-Dinle devleti birbirinden ayırdık, laikliği benimsedik;
-İnananları, Allah’ı ve inancı ile baş başa bıraktık;
-Dinin siyasete alet edilmesini engelledik;
-Tarikatları, tekkeleri, dergahları, çağın çok gerisinde kalmış olan medreseleri ve dinsel mahkemeleri kapattık;
-Eğitimi millileştirip çağın ve ülkemizin gereklerine göre düzenledik, bize özgü eğitim ve kültür kurumları kurduk;
-Ümmet döneminden millet dönemine geçtik;
-Akla ve vicdana özgürlüğünü verdik, bilimin önünü açtık, aydınlanmayı başlattık;
-Son yüz elli yıl içinde iliğimize işlemiş olan aşağılık duygusunu yendik;
-Kadınlar yarı köle durumundaydı, kadın-erkek eşitliğini sağladık.
Kısacası;
-Ölüyorduk, dirildik;
-Kulduk, vatandaş olduk;
-Yarı sömürgeydik, Tam Bağımsızlığa kavuştuk;
-Çağdışıydık, çağı yakaladık;
-Dünyaya kapalı bir toplumduk, dünyaya açıldık;
-İkinci sınıf bir devlet muamelesi görürken, milletler ailesinin eşit bir üyesi olduk;
-Her yerde ve her düzeyde saygı gördük;
-Uygar dünyanın kamuoyu karşımızdaydı, yanımızda yer aldı;
-Milli ekonomi ve planlı kalkınma dönemini açtık;
-Batı on yıl tek kuruş kredi vermediği halde, dürüst ve bilinçli bir yönetim sayesinde sanayi dönemini başlattık;
-Birçok fabrika kuruldu;
-Osmanlı Devleti borca batıktı, bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödedik;
-Kıt kanaat geçindik ama tüm yabancı kurumları ve demiryollarını millileştirdik;
-Yeni demiryolları yaparak yurdun batısıyla doğusunu, kuzeyiyle güneyini birleştirdik;
-Sanata, kültüre, spora büyük önem verdik;
-Onurlu, bağımsız bir dış politika izledik;
-Bütün komşularımızla dostça ilişkiler kurduk.
Sevgili Yurttaşlarım!
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman, ağır sanayisini kurmuş, denizaltı ve küçük uçaklar yapabilen, gelişen, çağdaşlaşma ve milletleşme yolunda hızla ilerlemiş, tam bağımsız, borçsuz, geleceğe büyük umutlarla bakan, başı dik bir ülkeydi.
Şunu da ekleyeyim:
Daha 1924’te, rejim henüz bir yaşındayken, yeni bir parti kurulmuştu. Ama yazık ki din sömürüsü dış etkenler hemen devreye girdi. Şeyh Sait ayaklanması başladı. Bu parti Cumhuriyet Hükümeti’nce kapatıldı. 1930’da hevesle çok partili hayatı başlatmak istedik. Din yine siyasete alet edilip yer altına kaymış olan irtica başını kaldırınca, bu parti de, namuslu kurucuları tarafından feshedildi.
Bizden sonrakilerin, aydınlanmayı sürdüreceği, ekonomik ve sosyal kalkınmayı birlikte götüreceği, eksikliklerimizi tamamlayacağı, demokrasiyi yerleştirip geliştireceği ümit edilirdi.
Ama ne yazık ki ümitlerimizin çoğu gerçekleşmedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçilir geçilmez din yine siyasete alet edildi. Oy için devletin temelleri zayıflatıldı, kamu yararları ihmal ve imkanlarımız çarçur edildi. Az çok birbirine benzeyen iktidarların yönetiminde bugünlere geldik.
Kaç zamandır Türkiye’de o uğursuz Mütareke dönemini andıran bir durum var:
Damat Ferit kafasıyla Kurtuluş Savaşı’nı karalamaya, küçültmeye çalışan yalancılar, sahte tarih imalcileri, dolaylı-dolaysız Sevres’i savunmaya cüret edenler, Cumhuriyet düşmanları, her uygarca atılımı, her milli değeri örselemek ve karalamak için yırtınanlar; neredeyse bütün komşularımızla sorunlar; ikiye bölünmüş, millilik niteliği örselenmiş, yetersiz bir eğitim; hızlı işlemeyen bir adalet, donatımsız üniversiteler, gerektiğinden çok fazla imam okulları, iki ayrı kaynaktan yetişen bölünmüş bir gençlik, işsizlik, yüksek enflasyon, iç ve dış borç, Duyun-u Umumiye yerine IMF, kapitülasyonları canlandırma girişimleri, Batının kapısı önünde lütuf beklemeler, çeteler, soyguncular, yağmacılar, ülkeyi bölü parçalamaya çalışanlar, yaygın bir terör, silahlı-silahsız şeriatçılar, ümmetçiler, Arapçılar, Osmanlıcılar, körü körüne Batıcılar, Batılı olmayı rezilce yaşamak sananlar, Vahidettinciler, yobazlar, din tüccarları ve aktörleri, yeniden canlandırılan tarikatlar, tekkeler, dergahlar, cemaatler, şeyhler,sarıklar, takkeler, çarşaflar, peçeler, türbanlar…
Gözlerini kameraya dikti.
Şimdi, eski, yeni bütün siyasetçilere, yöneticilere ve bunlara destek verenlere soruyorum. Tarihten hiç mi ders almadınız? Elli yılda devleti ve milleti bu hale getirmeyi nasıl başardınız? Milli Mücadele’ye, Cumhuriyet’e, çağdaşlığa, laikliğe, dolaysıyla demokrasiye, aydınlanmaya karşı olan bu kafalar ve bu kalemler, neden ve nasıl yeniden üredi ve türedi?
Düşünün!
Çözümleri, yaşadığımız hayatın içinden çıkardık. Hiçbiri sebepsiz değildir, hepsi hayat kadar güçlü gerçeklere dayanmaktadır.
Bu yüzden;
-Saltanatı kaldırıp Cumhuriyeti ilan ettik;
-Dinle devleti birbirinden ayırdık, laikliği benimsedik;
-İnananları, Allah’ı ve inancı ile baş başa bıraktık;
-Dinin siyasete alet edilmesini engelledik;
-Tarikatları, tekkeleri, dergahları, çağın çok gerisinde kalmış olan medreseleri ve dinsel mahkemeleri kapattık;
-Eğitimi millileştirip çağın ve ülkemizin gereklerine göre düzenledik, bize özgü eğitim ve kültür kurumları kurduk;
-Ümmet döneminden millet dönemine geçtik;
-Akla ve vicdana özgürlüğünü verdik, bilimin önünü açtık, aydınlanmayı başlattık;
-Son yüz elli yıl içinde iliğimize işlemiş olan aşağılık duygusunu yendik;
-Kadınlar yarı köle durumundaydı, kadın-erkek eşitliğini sağladık.
Kısacası;
-Ölüyorduk, dirildik;
-Kulduk, vatandaş olduk;
-Yarı sömürgeydik, Tam Bağımsızlığa kavuştuk;
-Çağdışıydık, çağı yakaladık;
-Dünyaya kapalı bir toplumduk, dünyaya açıldık;
-İkinci sınıf bir devlet muamelesi görürken, milletler ailesinin eşit bir üyesi olduk;
-Her yerde ve her düzeyde saygı gördük;
-Uygar dünyanın kamuoyu karşımızdaydı, yanımızda yer aldı;
-Milli ekonomi ve planlı kalkınma dönemini açtık;
-Batı on yıl tek kuruş kredi vermediği halde, dürüst ve bilinçli bir yönetim sayesinde sanayi dönemini başlattık;
-Birçok fabrika kuruldu;
-Osmanlı Devleti borca batıktı, bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödedik;
-Kıt kanaat geçindik ama tüm yabancı kurumları ve demiryollarını millileştirdik;
-Yeni demiryolları yaparak yurdun batısıyla doğusunu, kuzeyiyle güneyini birleştirdik;
-Sanata, kültüre, spora büyük önem verdik;
-Onurlu, bağımsız bir dış politika izledik;
-Bütün komşularımızla dostça ilişkiler kurduk.
Sevgili Yurttaşlarım!
Türkiye, İkinci Dünya Savaşı başladığı zaman, ağır sanayisini kurmuş, denizaltı ve küçük uçaklar yapabilen, gelişen, çağdaşlaşma ve milletleşme yolunda hızla ilerlemiş, tam bağımsız, borçsuz, geleceğe büyük umutlarla bakan, başı dik bir ülkeydi.
Şunu da ekleyeyim:
Daha 1924’te, rejim henüz bir yaşındayken, yeni bir parti kurulmuştu. Ama yazık ki din sömürüsü dış etkenler hemen devreye girdi. Şeyh Sait ayaklanması başladı. Bu parti Cumhuriyet Hükümeti’nce kapatıldı. 1930’da hevesle çok partili hayatı başlatmak istedik. Din yine siyasete alet edilip yer altına kaymış olan irtica başını kaldırınca, bu parti de, namuslu kurucuları tarafından feshedildi.
Bizden sonrakilerin, aydınlanmayı sürdüreceği, ekonomik ve sosyal kalkınmayı birlikte götüreceği, eksikliklerimizi tamamlayacağı, demokrasiyi yerleştirip geliştireceği ümit edilirdi.
Ama ne yazık ki ümitlerimizin çoğu gerçekleşmedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçilir geçilmez din yine siyasete alet edildi. Oy için devletin temelleri zayıflatıldı, kamu yararları ihmal ve imkanlarımız çarçur edildi. Az çok birbirine benzeyen iktidarların yönetiminde bugünlere geldik.
Kaç zamandır Türkiye’de o uğursuz Mütareke dönemini andıran bir durum var:
Damat Ferit kafasıyla Kurtuluş Savaşı’nı karalamaya, küçültmeye çalışan yalancılar, sahte tarih imalcileri, dolaylı-dolaysız Sevres’i savunmaya cüret edenler, Cumhuriyet düşmanları, her uygarca atılımı, her milli değeri örselemek ve karalamak için yırtınanlar; neredeyse bütün komşularımızla sorunlar; ikiye bölünmüş, millilik niteliği örselenmiş, yetersiz bir eğitim; hızlı işlemeyen bir adalet, donatımsız üniversiteler, gerektiğinden çok fazla imam okulları, iki ayrı kaynaktan yetişen bölünmüş bir gençlik, işsizlik, yüksek enflasyon, iç ve dış borç, Duyun-u Umumiye yerine IMF, kapitülasyonları canlandırma girişimleri, Batının kapısı önünde lütuf beklemeler, çeteler, soyguncular, yağmacılar, ülkeyi bölü parçalamaya çalışanlar, yaygın bir terör, silahlı-silahsız şeriatçılar, ümmetçiler, Arapçılar, Osmanlıcılar, körü körüne Batıcılar, Batılı olmayı rezilce yaşamak sananlar, Vahidettinciler, yobazlar, din tüccarları ve aktörleri, yeniden canlandırılan tarikatlar, tekkeler, dergahlar, cemaatler, şeyhler,sarıklar, takkeler, çarşaflar, peçeler, türbanlar…
Gözlerini kameraya dikti.
Şimdi, eski, yeni bütün siyasetçilere, yöneticilere ve bunlara destek verenlere soruyorum. Tarihten hiç mi ders almadınız? Elli yılda devleti ve milleti bu hale getirmeyi nasıl başardınız? Milli Mücadele’ye, Cumhuriyet’e, çağdaşlığa, laikliğe, dolaysıyla demokrasiye, aydınlanmaya karşı olan bu kafalar ve bu kalemler, neden ve nasıl yeniden üredi ve türedi?
Düşünün!
Sevgili Yurttaşlarım,
Siz de düşünün!
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım.”
Siz de düşünün!
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım.”
* * *
Değerli Dostlar,
Atatürk’ün, bu ziyareti esnasında bundan başka konuşmaları da oldu. Bunları da yine TRT ekranlarından Türk Ulusu’na seslenerek yaptı. Konuşmaların hepsi bir öncekinden çok daha etkiliydi. Her konuşmanın ardından Halk sokaklara döküldü, Onuncu Yıl ve Dağ Başını Duman Almış marşlarını, aralıksız ve hep birlikte söylemeye başladılar. Yer gök inliyordu sanki. Türkiye’de tarih bir mucizeye daha tanıklık ediyordu.
Atatürk, daha sonra, dönemin siyasetçileri ile görüşmeler yaptı. Kendisiyle görüşülecek kişi Çankaya’ya çıkıyor, Atatürk’ün yanındakiler ilgiliyi adeta sorguya çeker gibi sorular sorup, gerektiğinde acımasızca da eleştiriyorlardı. Atatürk de; aynı kişiyle son konuşmayı yapıyordu… Konuşmadan çıkan siyasetçilerin hemen tamamının yanakları alı al, moru mor olmuş vaziyette idi. Kolay değildi elbet… Bir dönemin hesabını veriyorlardı sanki…
Takdir edilebileceği gibi bunları ve bütün ayrıntıları yazmak mümkün değil. Onun için de bu yazı dizisini burada bitiriyorum.
Bu konuda beni hoş görebileceğinizi umuyorum.
CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet Neferi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder