skip to main |
skip to sidebar
RTE, abuk-subuk projeler üretmeye devam ediyor. İstanbul’un en gözde ve güzide mekanlarını, şeriat sermayesinin önde gidenleri olan şımarık Arap şeyhlerine peşkeş çektiği yetmiyormuş gibi; GAP Eylem Planı saçmalığının ardından, şimdi de, Haydarpaşa Projesi kapsamında, Selimiye Kışlası’na dikmiş gözlerini.
AKP ve Zihniyeti’nin son bir-iki aylık kıpırdanışlarına baktığınızda ortaya çıkan görüntü oldukça ilginç. Bir yanda kapatma davasına karşın alınmaya çalışılan kendince tedbirler, bin yanda da tabana, yandaşlarına ve dünyadaki birilerine güçlü görünme gayretleri…
Hatırlanacağı üzere; yakın geçmişte RTE ve bir kısım cevval bakan ve kurmayları Arap ülkelerini suyolu yapmışlardı. Malum ziyaretlerin, -daha doğrusunu söylemek gerekirse- el etek öpme şovlarının neticesinde, ne garip ve ilginç bir rastlantıdır ki; damadın da üst düzey görevli olarak çalıştığı Çalık Grubu, ATV ve Sabah Medya Grubu’nu satın alabilecek paranın önemli bir kısmını Arap ülkelerinden sağlamıştı. Ödemenin kalan miktarı ise; son dakikada Vakıfbank’ın verdiği destekle temin edilerek, ATV ve Sabah’ın paraları ödenebilmiş ve söz konusu medya kuruluşu Çalık Grubu’nun malı olmuştu...
O günlerde, ‘Sağlanan bu destekler karşılığında neler verilecek?’ diye sormuş ve cevabını bir türlü alamamıştım.
Öyle ya; bu himmetin bir de minneti olacaktı… Bu nasıl sağlanacak ve neyle yapılacaktı?
Türk Ulusu’ndan gizlenmeye çalışılan gerçekler fazla gecikmeden ortaya çıktı.
Toplam nüfusları İstanbul’un yarısını dahi bulmayan, aynı zamanda da geçmişten İngilizlerin, bugünlere de ABD’nin, dolaysıyla da emperyalist sermayenin işbirlikçisi olan Arap ülkelerinin, süslenmiş-püslenmiş şatafatlı sözde kralları, diğer bir ifadeyle emperyalizmin sömürge valileri, RTE’ye çeşitli yöntemlerle baskılarda bulunuyor ve verdikleri desteklerin karşılığı olarak da İstanbul’un gözlerine kestirdikleri mekanlarını istiyorlarmış…
* * *
Olayın iç yüzü yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor. RTE’nin, AKP’nin kapatma davası canlılığını korur ve de yerel seçimlere bir yıldan da az bir süre kalmışken, kısacası başındaki bunca telaşa karşın; Haydarpaşa Projesi diye adlandırdığı bir hayali, hiç beklenmediği halde, apar-topar gündeme taşımasının altındaki gerçek de böylelikle su yüzüne çıkıyor…
Ancak; bu noktada önemli bir engelle karşılaşılıyor.
Selimiye Kışlası!
Burası tarihi ve kültürel önemi haiz olması bir yana; İstanbul’u bir parça bilebilenler anımsayacaklardır, yıllardır Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elinde bulunan ve oldukça da stratejik öneme sahip bir yerdir.
Bugün için I. Ordu Komutanlığı Karargahı olarak değerlendirilen Selimiye Kışlası’nın, şeriat sermayesine peşkeş çekilmesi konusu, geçmişte RTE tarafından Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt Paşa’ya, yarım ağız çıtlatılıyor. Ancak alınan cevap olumsuz olunca, bir müddet beklenme yeğleniyor...
Dikkat edin, cepheden geri çekilmiyor, aksine sinip, beklemeyi tercih ediyorlar…
Zaman ilerledikçe, önümüzdeki aylarda Genelkurmay Başkanlığı’na gelecek olan Org. İlker Başbuğ Paşa ile görüşme planlanıyor.
RTE, ilk fırsatta konuyu Org. Başbuğ Paşa’ya da açıyor. Ama fazla da ısrarlı davranmıyor… Hani, ‘…sözün gelişi türünden…’ söylenmiş gibi yapıyor… Org. Başbuğ Paşa’nın yanıtı da gecikmeden geliyor ve bu, Org. Büyükanıt Paşa’nın verdiği yanıtın aynısıdır…
* * *
Bilindiği gibi; özelleştirme safsatasıyla ve AB standartlarına uyum adıyla kuşa çevrilmiş yasaların da gizlerine sinerek gerçekleştirilen satışlarla İstanbul’un, şeriatçı Arap sermayesine peşkeş çekilen bir çok güzide mekanlarından bir kısmı konusunda açılmış davalar halen sürmektedir.
Önemli bir kısmı ise, maalesef Arap şeyhlerinin ellerine geçmiş bulunuyor. Bunların nasıl çözümleneceğini ileride zaman gösterecektir…
Haydarpaşa Projesi diye ortaya atılan saçmalık da böylesi bir peşkeşin henüz ilk adımıdır.
Eğer, Ordu’nun onayı alınırsa; başkaca hiçbir ölçüte itibar edilmeksizin, Haydarpaşa Bölgesi olarak bilinen ve Boğaz’ın oldukça önemli bir kısmına olduğu gibi hakim olan çok değerli ve stratejik bir alan, RTE’nin en yakın durduklarının başında gelen Arap Şeyhleri’nin, yani şeriat sermayesinin ellerine teslim edilmiş olacak.
Neden?
Belirleyebildiğim kadarıyla, 15 milyar dolar civarında bir parayı alabilmek için…
Ne olacak bu para?
Hiç kuşku yok ki; Hazine’nin de kefil olduğu ve yandaşların kurtarılması ve de işlerinin kotarılabilmesi için Arap şeyhleri’nden alınmış kredilerin karşılanması için kullanılacaktır. Çünkü, iktidarları süresince asla milli üretime yönelmeyip, işi hep sıcak parayla götürdüler. Sıcak para da bedavadan gelmiyor tabii… Elin oğlu, verdiğinin bir şekilde karşılığını istiyor. Bu da onun hakkı…
Buna devletin soyulması, yandaşlara hortumlanması denmezse ne denir?
* * *
Ama ne var ki; bu sefer plan tutmadı, tutmayacak da!
Türk Ordusu’nun başında bulunan, bugün için Org. Büyükanıt ve yakın bir gelecek için de Org. Başbuğ paşalar gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin koruyuculuğu, kollayıcılığı ve bekçiliği görevlerini, anayasanın yüklediği görev gereği üstlenmiş bulunan Kurum’un başındaki üst düzey görevlilerimiz olduğu müddetçe; bunda olduğu gibi, benzeri planların da hiç birisi tutmayacaktır.
RTE’nin, kendine has doğulu kurnazlığıyla sergilemeye çalıştığı tezgahları sert kayalara çarpmıştır…
Düne kadar, Genelkurmay Başkanı için, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı emrindeki memurundan görüş mü sorar…?’ diyen ve de Org. Başbuğ Paşa’nın, İsrail’e yaptığı bir resmi ziyaret esnasında, Kudüs’teki ağlama duvarını turistik ziyarete götürüldüğü sırada burada çekilmiş resmini, malum yöntemlerin kullanılarak dinci basına servis edilmesine ses çıkarmadığına inanılan zihniyetin, bugün için Türk Ordusu’nun bu şerefli subaylarından yardım isteğinde bulunmaları sizce de garip ve de ilginç değil mi?
Yine düne kadar irticanın tehlikeli boyutlara ulaştığı konusunda görüşlerini belirten gerek emekli, gerekse görevi başındaki Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları için, ‘Herkes oturduğu yerde otursun, işine baksın…’ diyen kişi bu RTE değil miydi?
Dikkat edilirse; bunların amaçlarına ve hedeflerine doğru yürüdükleri yolda yaptıkları her şeyi mubah gören zihniyetlerinin, menfaatleri için neler yapabileceği, hangi kalıplara ve şekillere girebilecekleri bir kez daha gözler önüne serilmektedir.
* * *
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Anayasa’nın değiştirilemez, hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleriyle kendisine yüklediği Laik Cumhuriyet’in koruyuculuğu ve kollayıcılığı görevinden duydukları rahatsızlığı her fırsatta dile getirenler; bugün bir başka takiyye örneği ile karşımızdalar.
Malum Zihniyet’in, Türk Ordusu’nun varlığını, sözde Ilımlı İslam projesi için önlerindeki en büyük engel olarak gördüklerini ve bu nedenle de seslerinin bir an evvel kesilmesinin gerekli olduğunu başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist sermaye ve hempalarına, buldukları her ortamda şikayet ettikleri henüz hafızalardaki tazeliğini koruyor.
Bugün ise; hiçbir şey olmamış gibi şirinlik sergilemeye çalışmaktalar. Güya, ‘İyi Adamı’ oynuyorlar.
Biz de yuttuyduk…!
Hatta Org. İlker Başbuğ Paşa’nın, 30 Ağustos’ta geleceği Genelkurmay Başkanlığı’nın, kabul gördüğünü ve onaylanacağını yandaş ve bir kısım işbirlikçi, dinci medya organlarına servis etme gayretindeler…
Efendiler! Yemezler...!
Sizin kim olduğunuzu ve ne yapmaya çalıştığınızı, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlı olan Atatürk Gençliği öğrendi artık.
Anadolu’da sıkça dillendirildiği gibi; bu beyhude gayretleriniz için söylenebilecek tek söz vardır; Alın da Kaçan mı?
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Birileri, gündemi yine allak-bullak etti. Sıcakların bunaltıcı atmosferinde bir parça serinleme çareleri arıyorken; yeterince düşünmeden ve de sözün nerelere gidebileceği iyice hesaplanmadan yapılan açıklamalar, ortalığı karıştırmaya yetti de arttı bile.
AKP ve Zihniyeti Genel Başkan Yardımcılarından DMM Fırat, yabancı bir gazeteye yaptığı açıklama esnasında; ‘Atatürk Devrimleri TRAVMA yarattı. İnsanlardan bir gece içinde kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri istendi…’ şeklinde sözler sarf etmiş. Yapılan eleştirilerin sertliği ve çokluğu karşısında, sözlerinin yanlış yorumlandığını söyleyerek, kendisinin yapmaya çalıştığının ve de anlatmak istediğinin, ‘Devrimlerin ciddi anlamda bir süreç gerektirdiği, bir gecede yapılan değişikliklerin, toplumda TRAVMA etkisi yarattığı…’ gerçeğini vurgulamak olduğunu anlatmaya çalışan DMM Fırat, partisinin MYK toplantısında da oldukça sert eleştirilere maruz kaldı.
* * *
Şaşırmadım. Çünkü bunu hep yapıyorlar. Söyleyeceklerini söylüyor, diyeceklerini bir şekildi diyor ve de belirli kesim ve bir kısım odaklara gönderecekleri mesajlarını gönderiyor, sonra da; toplumdan gelen baskıyı gördüklerinde pısıyorlar, tırsıyorlar.
Bugün, DMM Fırat’ın yaptığı açıklamaları, dün bir başka AKP ve Zihniyeti mensubu yapmamış mıydı?
Hatırlamaya çalışın lütfen!
Laiklik konusunda Bülent Arınç’ın söylediklerini unuttunuz mu? Hani o, ‘…Şeyini şey ettiğimin Laikliği…’ şeklindeki ifadeleri.
Ayrıca, RTE’nin, düne kadar ve her bulduğu imkan ve fırsatta, Atatürk ve O’na ait değerler hakkında söyledikleri ne çabuk silindi hafızalardan…
Daha hangi birini söylesem doğru olur bilmem ki? O kadar çok şeyler söylendi ki! Saymakla ve de söylemekle sayfalara sığdırılabilecek gibi değil. Yeter ki sizler hatırlamaya çalışın…
* * *
Olayın arkasında gizlenen düşünceye baktığımızda; AKP hakkındaki kapatma davasının hıncının alınmaya çalışıldığı açıkça görülebilmektedir.
Yakın geçmişte yapılanları kısaca bir hatırlarsak;
-Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ün izlenmesi ve dinlenmesi iddiaları,
-Yargı’dan yapılan açıklamalar hakkında, ‘Bunların böyle konuşmaya yetkileri yok. Siyasi yorum yapıyorlar…’ şeklindeki değerlendirmeler,
-Mehmet Ali Şahin’in, Adalet bakanı olarak, ‘Maaşlarında ciddi düzenlemeler de yapılmıştır…’ şeklinde ve ‘Daha ne istiyorlar…?’ anlamına gelen sözleri…
Dikkat edilirse; belirli bir noktadan kumanda edilircesine, birazcık menfaatlerine dokunduğunuzda; hemen hep birlikte kitlesel savunmaya geçiyor, hatta karalamaya ve daha da ileri giderek çamur atma kampanyalarına başlıyorlar.
Görülebileceği gibi, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, Özde, bağlı olan Atatürk Gençliği’nin, inandığı değerlerine sahip çıkmasını ve O’nu korumasını bir türlü hazmedemiyorlar.
Sıkıntının odak noktası da burası… Ümmet olmaktan sıyrılıp, Millet olma başarısını gösterebilen ve Teba olmayı reddedip, Vatandaş, Yurttaş olma ulviliğine ulaşabilen Türk Ulusu’nu, yeniden ortaçağın karanlığına götürebilme gayretlerinin boşa çıkarılması, AKP ve Zihniyeti mensuplarını çıldırtmaya yetiyor. Hırçınlıkları ve saldırganlıkları da buradan geliyor…
* * *
Asla göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek var ki o da; AKP ve Zihniyeti’nin amacı belli ve açık olduğudur.
Yapılmak istenen ortada…
Atatürk ve O’na ait olan bütün değerler ve eserleri ortadan kaldırmak, bu düşünceyi, insanlarımızın kafasından olabildiğince çabuk silip atmaktır.
Bunu başarabilmek için her yöntemi denedikleri gözlerden kaçmıyor. Zaten, onlar da bunu gizleme ihtiyacı duymuyorlar.
İşin bu noktasında bir TRAVMA’dan söz etmek gerekirse; bunu Atatürk Devrimleri’nde aramak yerine, bu devrimlerin büyüklüğü sayesinde Atatürk Türkiyesi’ni yönetme şansına kadar maalesef ulaşabilmiş olan AKP ve Zihniyeti mensuplarının, bulabildikleri her fırsatta dile getirmekten kaçınmadıkları ne idiğü belirsiz açıklamalarının, Türk Ulusu üzerinde yarattığı etkilerde aramanın daha doğru ve akılcı olabileceğini düşünüyorum.
Türk Ulusu’nun, Atatürk’ün rehberliğinde ilerlerken, Aydınlanma ve Devrimler’in gerçekleştirilmesinde, bir şekilde içimize kadar sızmış ve hatta yuvalanmış hainler ile işbirlikçilere dikkat etmesi kaçınılmaz bir gerçektir.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, ‘Harici ve Dahili Bedhahlar…’ ifadesiyle bunu işaret etmemiş miydi?
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Sevgili Okurlar ve Değerli Dostlar,
Sizin de yakından bildiğiniz ve izlediğiniz gibi; yaklaşık 1,5 senedir, Ulus Gazetesi’nde birlikteyiz.
Bu zaman süresince, Ulus Gazetesi’nin hem Yazı İşleri Müdürlüğü’nü, hem Köşe Yazarlığı’nı ve hem de; her hafta en az üç adet olmak üzere, makale yazarlığını yaptım.
Gönderdiğiniz iletilerden ve telefonla kurduğunuz temaslardan edindiğim izlenim; yazılarımdan hoşnut olduğunuz ve ancak zamanla da sert bulduğunuz yönündeydi.
Burada bir gerçeğin altını çizmeliyim ki; bu düşüncelerinizi hissetmek de bana ayrıca bir destek sağladı. Bunun için sizlere, bir kez daha, teşekkür ederim.
Ancak, yaşanılan bu süreç içinde, Türkiye’nin gündemini oluşturan bir çok ilginç ve zor olayları birlikte yaşadık. Devamlı hüzünle dolu olup, zamanla acılar tattık. Bunlar da; elbette ki insanı, bir parça da olsa, gergin yapabiliyor. Yoksa, amacım kasıtlı olarak, herhangi bir kimse veya kurumu kırmak veya incitmek değildi…
* * *
Ulus Gazetesi’nde yazmaya başladığım 2006 yılının güz aylarından bu yana, hep Gazete’nin daha da gelişip, büyümesini, daha çok okura ulaşabilmesini ve dolaysıyla da; okurlarımızın Gazete’de aradığını daha çok bulabilmesini amaç edimdim. Bütün gayretlerimi bu yönde sarf etmeye çalıştım.
Ama, takdir edilebileceği gibi; bu bir ekip sorunudur. Ekibiniz yeterli değilse; başarmanız oldukça zordur.
Sürekli kan kaybedersiniz. Doğal olarak destek göreceğiniz kesimler de sizden yavaş yavaş uzaklaşır. Elinizden hiçbir şey gelmez, olup/bitenin arkasından sadece bakakalırsınız.
Mali gücünüz, her gün biraz daha sizi zorladığını hissettirir. Özel uzmanlık gerektiren işleri yapabilecek kadroları kuramamışsanız, gayretleriniz elbet bir gün boşa çıkacaktır.
Ancak, dürüstçe söylemek gerekirse; bunun suçunu tek bir kişiye veya birkaç çalışana yıkmak asla doğru olmaz. Hatta insani teamüllere bile uygun düşmez.
Siz, Atatürk İlke ve Devrimleri’ne ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na bağlılığınızı korudukça, yazılarınızı bu ilke üstüne oturtup kaleme aldıkça, başkaları ayrı tellerden ses verir, halen Laikliğin Dinsizlik olduğunu söyler, Dinci ifadesinin, dindarları üzdüğünü ileri sürer ve bunların yazılmasının memnuniyetsizlik yarattığını iddia ederse; yapacak fazla bir şeyiniz kalmaz. Bu, malum sona yavaşça yaklaşıyorsunuz anlamına gelir…
* * *
Kimseyi suçlamak gibi bir amacım yok. Ancak, Atatürk Türkiyesi’nde, halen bazı değerleri öğrenememiş ve tartışmaya ihtiyaç duyuyorsak; size, Gazetecilikte hiçbir şey yardımcı olamaz. Anafor, bir gün sizi de yutar. Buna karşın hiçbir şey yapamazsınız.
Bana, Ulus Gazetesi’nin bu şekilde yürütülemediği, masrafların kısılması, hatta mümkün olan en aza indirilebilmesi için, Gazete’nin Aylık yayına dönüştürülmek istendiği ilk söylendiğinde; verdiği cevap, ‘O gün gelsin bakarız. Haftalık olarak okurlarımızın beklentilerine cevap veremiyorken; aylık olduğunda bu iş çok zor olur. Bu münasebetle; içimden yazmak bile gelmiyor…’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum.
Halen de aynı düşüncedeyim. Ulus Gazetesi, olabiliyorsa, bir an evvel günlük çıkarılabilmeli ve asli misyonunu da asla elden bırakmamalıdır.
* * *
Bugün için, Ulus Gazetesi’ndeki bu son yazımı yazmak, emin olun benim için de çok zor. Hepimiz, karşılıklı olarak, birbirimize alışmış, tarzımızı beğenir olmuştuk. Bunu, bana ulaşan iletileriniz ve telefon mesajlarınızdan anlıyordum.
Bu yazıyı yazdığım 20 Haziran 2008 Cuma gününden bir gün önce, Ulus Gazetecilik A.Ş. tarafından bana yapılan tebligata istinaden, Ulus Gazetesi’yle yollarımızı ayırmıştık.
Geride kalan ilgili arkadaşlara, böyle bir yazıyı yazıp/yazamayacağımı sorduğumda; ‘elbette yazabilirsin’ cevabını alınca, kendimi toparlayıp, sizleri bilgilendirmeye olan saygımın gereği olarak, bir gün sonra kalemi elime alabildim. Bu yazı öylece ve hiç kurgulamadan doğdu.
* * *
Bundan böyle; Ulus Gazetesi’nde olmasa bile, yazılarıma ara vermeksizin devam etmeyi düşünüyorum. Yazılarımın yayınlandığı her yerin, bundan da haberi olsun isterim.
Benimle, elektronik posta aracılığı ile iletişim kurup, yazılarımı okumak isteyen okurlar ve dostlarıma, yazdığım her yazıyı memnuniyetle ulaştırmaya çalışırım.
* * *
Üzülmüyorum. Asla da şaşırmadım. Çünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu şartları yakından izliyor ve değerlendirmeye çalışıyorum. Olup/bitenler bu nedenle bana garip gelmedi.
Hepinizin çok iyi bildiği gibi, çalıştığı gazete ile yollarını ayırmak zorunda kalan ilk kişi ben değilim. Temennim odur ki; son kişi olayım…
Umarım, bundan böyle çok daha iyi şartlarda karşılaşır ve yazılar konusunda yine birlikte oluruz.
Gördüğüm desteğinizden dolayı hepinize teşekkür ediyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Şimdilik, HOŞÇAKALIN!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Telekulak sorunu halen gündemdeki yerini koruyor. Bir kısım güçlerin yaptıkları Dinlemeler, Türk Ulusu’nda kuşkuyla karşılandı. Hükümet kanadından yapılan açıklamalar ise, Kamuoyu’nu tatmin etmedi. Bu da; haklı olarak tedirginliğin daha da artmasına yol açtı.
Geçen hafta;
-Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün izlendiğini açıklaması üzerindeki tartışmalar sürerken; CHP Genel sekreteri Önder Sav’ın da dinlendiği iddiasının ortaya atıldığını,
-Dinlemeyi hiç kimse üzerine almazken; Önder Sav’ın dinlendiği iddiası konusundaki garip açıklamaların gülünç nitelikte olduğunu,
-Emniyet Teşkilatı’nın dinlemeyle ilgisinin bulunmadığını açıkladığını,
-Hükümet göre olayın; ‘Önder Sav, Vakit Gazetesi’yle yaptığı konuşmanın ardından telefonunu kapatmayı unutmuş…’ açıklamasındaki gibi olduğunun kamuoyuna aktarıldığını,
-Bu iddiayı da ispatlarcasına Türk Telekom’dan alınan fatura ayrıntısı olduğunun söylendiğini,
-Önder Sav’ın da; ‘Telekom’un ellerinde olduğunu, istedikleri gibi ayrıntılı fatura çıkarabileceklerini…’ dile getirdiğini,
yazmıştım…
* * *
Hafta sonunda, gazetelerde Emniyet’ten gelen yeni açıklamalar vardı. Emniyet, ‘Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler nedeniyle ve muhtemel terör faaliyetleri olabilir…’ gerekçesiyle Mahkeme’den dinleme izni aldığını ve bunu da gerçekleştirdiğini açıkladı.
Açıklama, olanların üzerine ‘Tüy Dikmek’ ten farksızdı. Çünkü, Hükümet kanadından yapılan, ‘…Telefon Açık Kalmış…’ açıklaması tutarlı bulunmamış, hatta ‘Gülünç’ olarak nitelendirilmişti.
Emniyet’ten gelen açıklamanın ardından, CHP’nin ve dolaysıyla da Önder Sav’ın eli kuvvetlenmiş oldu. Yeni açıklamalar birbirini izledi. Adeta açıklama savaşları yaşandı dersem, abartmış sayılmam…
CHP kanadından gelen açıklamaların birinde özetle, ‘…Telekom’un verdiği ayrıntılı faturaya itibar etmediklerini ve durumu Savcılığa intikal ettirerek, Savcılık’tan gelen Belge’yi de kamuoyu ile paylaşacakları…’ söyleniyordu.
* * *
Görüldüğü gibi; AKP ve Zihniyeti hükümeti, bir kez daha, işi eline-yüzüne bulaştırdı. Dinleme olayını tam lehine çevirmiş ve ana muhalefet partisini köşeye sıkıştırmış durumda iken; önce Emniyet’ten gelen açıklamanın, sonra da Türk Telekom’dan aldıkları söylenilen uyduruk fatura ayrıntısının kurbanı oldu dersem yanlış olmaz.
Burada bir hususu daha belirtmeliyim:
-Türk Telekom, sabit telefon hizmeti verdiğine göre; buradan alınmış ayrıntılı faturayı belge olarak nasıl gösterilebiliyor?
-İddia olunan dinleme cep telefonuyla yapılmamış mıydı?
-Yapılan ilk açıklamaya göre; konuşma Avea Şebekesi’nden gerçekleştirilmemiş miydi?
-Türk Telekom, Avea’nın büyük hissedarı olduğu için mi ayrıntılı fatura verebilmişti?
-Son gelen bilgilere göre de; konuşma Turkcell Şebekesi’nden yapılmış. Bu doğru mu?
Hükümet’in, diğer konuların tamamında olduğu gibi; bu konuda da, inandırıcılıktan uzak, abuk-subuk açıklamalarda bulunduğu, dolaysıyla da güven kaybettiği, anlattıklarına yandaşlarından ve çanağından beslenenlerden başka kimseyi inandıramadığı gün gibi ortada.
Ne kadar acı bir durum!
Türk Ulusu, kendisini yönetmekte olan hükümete güvenmediğini açıkça söylüyor. AKP ve Zihniyeti iktidarı açısından içinden çıkılmaz bir durum… Ama, onlar herhalde böylesi durumlara alışık olmalı…
* * *
Dinlemenin kesinlikle yapıldığı iddia ediliyor. Toplum bu konuda çok tedirgin. Ancak kimin ve neden dinlediği resmi olarak belirlenebilmiş değil. Herhalde, CHP’nin Savcılık’tan almayı umut ettiğini söylediği Belge, olay üzerindeki esrar perdesini biraz daha kaldırabilecek…
Bu hususları yazarken; CHP veya Önder Sav’ı savunma durumunda veya niyetinde değilim. Böyle bir amacım da yok.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak güven içinde ve huzurlu yaşama hakkımı istiyorum. Birilerinin iktidar hırsı yüzünden ve de başarısızlıklarının üzerine örtmek amacıyla hukuk dışı yollara yöneliyor olduğu şeklindeki iddialar, herkesleri olduğu gibi, beni de tedirgin ediyor.
Konunun uzmanları, telefon santralarından istenilen türden ayrıntılı fatura çıkarmanın mümkün olduğunu söylemeleri, işin başka ilginç bir noktası…
Bunun üzerine daha fazla konuşmanın doğru olmadığını düşünüyorum.
Bekleyip, sonucu hep birlikte görecek ve AKP ve Zihniyeti iktidarının mı, yoksa ana muhalefet partisinin mi doğru söylediğini öğrenebileceğiz…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Anayasa Mahkemesi, üniversitelerdeki türban serbestliği kapsamlı anayasa değişikliğini iptal etti ve yürürlüğünü de durdurdu.
Gerekçeli kararın henüz yayınlanmamış olmasına karşın; iptal kararı, anayasanın değiştirilemez, hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine dayandırıldı.
Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç ile Üye Sacit Adalı’nın karşı oylarına karşın, 9 üyenin kabul oylarıyla alınan karar gereğince, bundan böyle, türban konusundaki herhangi bir düzenleme, hiçbir şekilde, anayasaya sokulamayacaktır.
HABERİN ETKİSİ BÜYÜK OLDU
Geçen haftanın sonlarına doğru ve de günün mesai saatleri sonunda açıklanan Anayasa mahkemesi kararı, önce bir şaşkınlık yarattı gibi oldu.
AKP ve Zihniyeti mensuplarıyla, malum zihniyetin sağa-sola koydukları çanaklardan ve etrafa serpiştirdikleri kırıntılardan nasiplenen bir kısım işbirlikçi medya kalemşörleri, malum tarzdaki yorumlarını döktürmeye başladılar.
İktidar milletvekillerinden; Abdurrahman Kurt. ‘Bu cüppeli darbe’ derken, bir başkası olan Hüsrev Kutlu da, ‘Hakimler oligarşisi var. Bu karar yok hükmündedir. Resmi Gazete’de yayınlanmamalı, halkoyunu sunulmalıdır…’ dedi.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, ‘Gerekçeyi görmeden değerlendirmek doğru olmaz. Hukuken ve siyaseten değerlendirme yapmak için bu gerekli’ açıklamasına karşın, Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da, gerekçeye bakmak gereğinin altını çizdiğini ifade ederek, ‘Hukuki bir karar olduğunu kabul ediyorum’ ifadelerini dile getirdi.
Ana muhalefet partisi adına Baykal, ‘Yönetenler Anayasa ile çelişmemeli’ diye söylerken; MHP Genel Başkanı Bahçeli, tepkisini sert bir dille ortaya koyarken; ‘Milli vicdan yara aldı. Karar korkarız ki; Türk Toplumunun inanç temelinde bölünmesi ve cepheleşmesi sürecini hızlandıracaktır…’ gibi bir değerlendirmede bulundu.
Uluslararası haber ajansları kararı, ‘Flaş Haber’ başlığıyla dünyaya duyururken; ‘AKP için yenilgi’, ‘Yüksek Mahkeme parlamentonun yaptığı reformu iptal etti’ ve ‘Laik Kesimin, İslam’ın, kamu yaşamında daha büyük rol oynamasına direndi…’ şeklinde yorumların yapılmasına neden oldu.
AKP VE ZİHNİYETİ ŞOKTA
Kararın açıklanmasının ardından, RTE başta olmak üzere yandaşları ve partisinin kurmayları, adeta şaşkınlıklarından ne yapacaklarını bilemeyip, saçmalama örnekleri sergilediler.
Kimileri kararın hukuki olduğunu söylerken, bazıları da tam aksini iddia ettiler. Konuya ılımlı yaklaşım sergileyenler olmakla beraber; çoğunluğunun şokta olduklaro gözden kaçmadı.
Kendilerini, türbanın(bir rahibe geleneği olan sıkmabaşın) üniversitelerde serbet olacağı konusunda hazırlamışlardı. MHP’nin ve zamanla yaptığı çıkışlarıyla da Devlet Bahçeli’nin, bu konudaki desteğinin yeterli olacağını sandılar. Hatta, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, bu ve benzeri olaylar karşısındaki, başka anlamlara da çekilebilecek tarzdaki konuşmaları ve yine benzer davalarda karşı oy kullanması, RTE ve kurmaylarını cesaretlendirmiş olabilir mi?
Çünkü, gerekçeli kararı görmemiş olmama karşın, Haşim Kılıç’ın bu oylamada da karşı oy kullandığı, medyaya yansıyan haberlerden öğrenilmiştir.
Yaşadıklar şok paniklemelerine neden olmuş ve birbirlerinden habersiz açıklamalarda bulunuyorlar.
Anayasa Mahkemesi’nde bulunan AKP’nin Kapatılması istemli dava unutulmuş gözüküyor. Bu söyledikleri, kolaylıkla aleyhlerinde delil teşkil edebilecek tarzda ifadelerdir. Bu kadar dikkati elden bıraktıklarına göre; şokun yarattığı paniklemenin boyutlarını varın siz hesaplayın…
İŞBİRLİKÇİLER DE ŞAŞKIN
Gerek bir kısım işbirlikçi medyaya çöreklenmiş satılık kalem efendileri, gerekse AB’nin şarlatanları şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.
Malum kalemler ve ayni zihniyetin televizyon görevlileri-yorumcuları, meydana gelebilecek sonuçları hesaba katmadan, olayı sapkınlık boyutlarına varan ve toplumda doğrudan bölünme yaratabilecek ifadelere kadar taşıdılar.
Kararın taraflı ve de kasıtlı verildiğini, siyasi bir karar olduğunu, baskı sonucu alındığını ve daha buna benzer bir yığın saçmalıkları dillendirdikten sonra; bunun tercihi sokağa bırakacağını söyleme gafletinde bile bulundular.
Özellikle Dinci Medya bu konuda öncü konumunda bulunuyor. Okuyunca şaşırmamak elde değil.
Gördüklerimiz ve dinlediklerimizden sonra, hırçınlıklarının ve denetimden uzak bir tarzda konuşmalarının nedenlerinin anlaşılmasında zorlanılmıyor… Kısaca söylemek gerekirse; rant sistemlerinin zarar göreceğinden endişeliler.
Dini ve dolaysıyla da İslam Dini’yle uzaktan, yakından hiçbir ilgisi bulunmayan, hatta rahibe geleneğinden gelen Türbanı, yani Sıkmabaşı rant yelpazesi içinde tutup, bir yığın saf ve temiz duygulu gençlerimizi kullanamayacaklarından, sömüremeyeceklerinden korkuyorlar.
Agresif olmaları ve olayı sağa-sola çekiştirme gayret ve talaşları buradan kaynaklanıyor. Yani, tekerlerine çubuk sokulmuş olması, malum zihniyeti olabildiğince tedirgin etti. Hatta ürküttü!
ORDU NELER DÜŞÜNÜYOR?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Türban yada Sıkmabaş konusundaki görüşleri öteden beri bellidir. Bu giysi türlerinin, İslam Dini’yle hiçbir ilgisinin bulunmadığı Ordumuz’ca da oldukça yakından bilinmekte ve zamanla da bu konulara gereken dikkat çekilmektedir.
İrtica’nın, en az bölücü terör kadar tehlikeli ve Türkiye Cumhuriyeti için de önemli bir tehdit unsuru olduğu muhtelif defalar Genelkurmay Başkanlığımız tarafından ve çeşitli ortamlarda dile getirilmiştir.
Son olayla ilgili olarak da; Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın, Harbiye Orduevindeki bir kokteyl esnasında, Türban-Sıkmabaş düzenlemesinin iptaliyle ilgili kakarı nasıl değerlendirdiği şeklindeki bir soruya; ‘Hepimiz yasal kararlara saygılı olmak zorundayız. Türkiye; Laik, Demokratik ve Sosyal bir Hukuk Devleti’dir. Bu değerlerin yorumlanması mümkün değildir. Bu karar da bir yorum değil, Malumun İlanıdır.’ şeklinde cevap verdi.
Türk Ordusu’nun, Anayasamız’ın değiştirilemez ve hatta değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan maddeleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerleri niteliğindeki ifadeler konusundaki hassasiyeti, hepimizce yakından bilinmektedir. Eğer, henüz bilmeyen veya öğrenememiş olanlar varsa da; Org. Büyükanıt’ın bu ifadeleriyle öğrenmiş oldular…
Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin çekirdeğini oluşturan unsur, hiç şüphe yok ki; Türk Silahlı Kuvvetleridir. Bunu inkar etmenin hiç kimseye bir yararı olmaz…
SAĞDUYULU OLMA ZAMANI
Türban-Sıkmabaş konusu her gündeme taşındığında yazdığım gibi; bir kez daha ve altını çizerek söylüyorum ki; AKP ve Zihniyeti ile onun çanağından ve serpiştirdiği kırpıntılardan nemalanan işbirlikçilerin derdi, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na olan inanç ve özde bağlılığı, Türk Ulusu’nun beyninden söküp atmak ve bu değerleri, olabildiğince iz bırakmaksızın yok etmektir.
Bunun için, tarihte de örneklerini gördüğümüz gibi, ellerinden gelen her yöntemi denemeye çalışıyorlar. AB’ye bile Ülkemiz’i şikayet etmede bir sıkıntı görmüyorlar. Hatta, ABD’nin talimatları ve AB’nin de tavsiyeleri doğrultusunda, bir şekilde, bölücü teröre destek sayılabilecek anlamlar doğurur nitelikte açıklamalarda bile bulunmaktan çekinmiyorlar.
Bu malum zihniyet, Ilımlı İslam saçmalığıyla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Laik Cumhuriyet yapısını, dini esaslı devlete, yani Şeriat Devleti’ne dönüştürme gayretindeler…
Türk Ulusu olarak sıkıntılı bir dönem geçiriyoruz. Çok dikkatli ve sağduyulu olmak zorunluluğu vardır. Tahriklere gelmemeli ve her türlü provokatif davranışlar karşısında uyanık olunmalıdır.
Etrafımızda, oyunu çamur sahaya çekmek isteyenler olabilecek ve bunlar hiç tahmin edilemeyecek görüntü ve şekillerle bize sokulabileceklerdir.
Rehberimiz, Atatürk İlke ve Devrimleri’dir. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku’nda söylediklerini, bir an bile olsa aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bunların nicelerini gördük ki; bunun da üstesinden geliriz…!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Dışişleri Bakanı Ali Babacan, ABD ziyareti kapsamında Washington’da muhtelif temaslarda bulunmuş. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney ve Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’la olan görüşmelerinin yanı sıra Atlantik Konseyi’nde de bir konuşma yapan Babacan, Türkiye’nin, AB üyeliği sürecini ‘Yüzyılın Projesi’ olarak nitelendirmiş.
Gerek Türkiye’nin ABD ile, gerekse diğer ülkelerle olan ilişkileri ve AB sürecindeki çalışmalar konusunda bilgi veren Dışişleri Bakanı, konuşmasının bir yerinde, ‘İktidar partisi olarak hukuki, uluslararası destek ve halk tarafından verilen meşruiyetle hareket edeceklerini…’ söylemiş.
‘YÜZYILIN PROJESİ’
Nedense bu sözcük birden çok tanıdık geldi. Gözüm bunu bir yerlerden ısırıyor. Neredendi? Neredendi? diye düşünürken; nihayet buldum…
RTE’nin, geçen hafta yaptığı GAP çıkarmasından aklımda kalmış.
Hatırlarsınız, RET, GAP Eylem Planı’nı açıkladı ve 40 milyar dolar civarında bütçe açığı varken; 2008 bütçesinden 1 milyar dolar civarında ödenek tahsisinde bulunup, GAP Eylem Planı’nı 4 yıl gibi bir zamanda gerçekleştireceği sözünü verdi.
Vatandaşlardan gelen coşkuyu da görünce, kendini tutamadı, ‘Bu, Yüzyılın Projesidir’ deyiverdi. Çoğunluğunuz da televizyonlarınızdan bunu duydunuz, sonraki gün de gazetelerden okudunuz.
Aynı ifadeleri Babacan’ın ağzından da duyunca, birden aklım karıştı. Hangisi ‘Yüzyılın Projesi’? Şunu bir doğru belirleyip, adını iyice bir pekiştirseler de; bizimle birlikte herkesler için çok isabetli iş yapmış olsalar. Yoksa her bulduğumuza, ‘Yüzyılın Projesidir’ diye sarılıp, sonra bir de bakıyoruz ki; düşündüğümüz başka, elimizdeki başka…
Tıpkı bunların geleceğinde olacağı gibi… Anlayan anladı…
‘ULUSLARARASI DESTEKLE HAREKET EDECEĞİZ’
Bakan Babacan, yukarıda da işaret ettiğim gibi, ‘Uluslararası Destekle…’ hareket edeceklerini söylemiş.
‘Uluslararası Destek’ derken kimden bahsettiğini anlamak zor değil. Dünyanın önde gelen ülkelerinden ABD başta olmak üzere, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İsrali ve Japonya gibi ülkelerin kastedildiği gün gibi ortada.
Bu ülkelerin hemen tamamı emperyalist sermayeyi oluşturan ve Küresel Gücü elinde bulunduran ülkelerdir. Yani, Atatürk ve Silah arkadaşlarının, ‘Emperyalizme Karşı Verdikleri Mücadele’ işte bu ülkelerin önemli bir kısmıyla olmuştu.
Buradan şöyle bir sonuç çıkar mı dersiniz?
AKP ve Zihniyeti, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yaptığımız emperyalist güçlerle işbirliği içinde mi?
Bakan’ın açıklamasının altındaki gerçek bu mu dersiniz?
Yani Atatürk ve O’na ait değerleri yok etmek için bu denli mi ileri gitmek gerekiyordu?
……………………..
Geçmişteki yazılarımda oldukça sık kullandığım bir ifade var. ‘Milli Mücadele’yi bilmeden Hükümet olunmaz’ diye… Milli Mücadele, Türk Ulusu’nun onur mücadelesidir. Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin, tarihe kaneviçe işlenir gibi nakşedilmesidir.
Siz, bu tarihi gerçeklerden habersiz bir şekilde uluslararası güçlerle işbirliği yaparsanız; aynen ‘Kuzu’yu Kurt’a teslim etmiş gibi’ olursunuz…
Halbuki, bizim konumumuzdaki ülkeler, sorunlarını, emperyalist ve küresel güçlerden destek sağlayarak değil, Halkıyla bütünleşerek çözmek zorundadır. Aksi halinde çöküntüye doğru sürüklenir ve sonunda da uçurumdan aşağı gidersiniz…
‘HUKUKİ, HALKIN DESTEĞİ’
Babacan, herhalde çokça yurtdışında dolaşıyor olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, yurtiçindeki gelişmelerden biraz uzak kalmış gibi…
Yakın geçmişte Yargı Mensupları’yla Hükümet arasındaki krizi duymamışa benziyor. Acaba, yurtdışı görev seyahatlerinde kendisine gazeteler verilmiyor mu? Zamanla da olsa, bakanlık merkez teşkilatıyla telefonla teması olmuyor mu?
Eğer bunlar olmuyorsa çok yazık! Bu temaslar kuruluyor da Babacan’a gerekli bilgi verilmiyorsa ona da yazık! Ama, her şey bir güzel yürütülüyor da Babacan yine böyle konuşuyorsa; o çok daha kötü…
Çünkü, bugüne değin hiçbir hükümet, AKP ve Zihniyeti iktidarının Yargı’yla çatıştığı kadar, Yargı’yla karşı karşıya gelmemiş ve de zıtlaşmamıştır. Bu konunun altını özellikle çizerek belirtmek istiyorum.
Bunlar, çağdaş hukuktan nefret ediyor ve mecelle hukuku özlemi içinde olduklarını her fırsatta dışa vuruyorlar. Ayrıntıyı hepimiz yakından biliyoruz. Yeniden tekrar etmeyelim…
Bu durumda; nasıl oluyor da; ‘Hukuki yoldan sapmaksızın hareket ediyoruz…’ diyebiliyorsunuz?
Kimi kandırıyorsunuz?
Gerek RTE’nin, gerekse Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in, yakın bir zaman önce hukuk sistemi ve hukuk adamlarımız konusunda söyledikleri halen kulaklarımızda çınlarken; Babacan beyefendinin bu açıklamasına ne buyrulur?
Tıpkı, Adalet Bakanı Şahin’in dediği söylenir; ‘Dam üstünde saksağan…!’
…………………
Halkın desteğine gelince; anlaşıldığı kadarıyla 22 temmuz seçimlerinden bahsediliyor…
Bakan’a şunu sormak istiyorum;
-Siz, Yaz sıcağında ve devletin imkanı çar-çur edilerek dağıtılan kömürleri halkın desteği olarak mı kabul ediyorsunuz?
-Bulgur ve mercimek torbaları ve bir paket şeker de mi halkın desteğidir?
Başka ayrıntıya girmeye gerek olmadığını düşünüyorum…
AKLI BAŞINDA OLMAK!
Türkiye Cumhuriyeti, 85 yıl boyunca nice Dışişleri Bakanları görmüştür ki; hangisini söyleyelim. Her biri kendi başına birer ekoldür, idealdir… Burada, bir kez daha, vefat etmişleri rahmetle, saygıyla anıyor ve yaşayanlara da sağlık diliyorum…
Gerek Atatürk Dönemi’nde, gerekse O’nun vefatının ardından öylesi insanlarımız Dışişleri Bakanlığı görevlerini üstlenmişler ki; dünyanın bir çok ülkesinde uyandırdıkları hayranlıklar, tarihin ulvi sayfalarındaki yerlerini almıştır…
………………………
Özellikle Dışişleri Bakanlığı makamı büyük hassasiyet isteyen bir mevkiidir. Burada görevlendirilecek insanlarımızda bulunması zorunlu ve gerekli olan Devlet Adamlığı Kriteri’ne çok dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum.
Hele, içinden geçmeye çalıştığımız şu zorlu dönemler için bu çok büyük önem addetmektedir.
Yoksa, öyle sonuçlara sebep olabilecek olaylar yaratılır ki; altından kalkmak çok güç olabileceği gibi; faturası da olabildiğince ağır olur…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Sakarya İmam Hatip Lisesi eski öğretmenlerinden Fatma Karaduman ve Sevil Tandoğan, ‘Din ve İnanç Özgürlüklerinin İhlal Edildiği’ iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde açtıkları davayı kaybettiler.
Mahkeme, geçmişteki Leyla Şahin kararına da atıfta bulunup, emsal göstererek, iki öğretmenin iddialarını reddetti. Kararın oybirliği ile alınmış olması, AİHM’nin bu konuyla ilgili içtihadının artık yerleştiği şeklinde yorumlandı. Aynı kararda; adı geçen başvuru sahiplerinin 400 bin Euro manevi tazminat ve 20 bin Euro da mahkeme masrafları taleplerini de kabul etmedi…
‘İNADIM İNAT’ ZİHNİYETİ BU SEFER DE TUTMADI!
Sakarya İmam Hatip Lisesi öğretmenleri olan bu iki hanım, derslere türbanla girmeleri konusunda ısrarcı olmuşlar, ilgililer de, yasaların öngördüğü neyse, onu uygulayarak, bu kişilerin işlerine son vermişler.
Devlet’in bunca çile ile okuttuğu bu iki insan, son yıllarda çok revaçta olan ve RTE’nin her fırsatta uyguladığı ‘İnadım İnat’ zihniyetini uygulamaya koyulmuşlar. Görevden alınmış olmalarını mahkemelere taşımışlar. Sonuç arzu ettikleri, daha doğrusu hayalleri gibi olmayınca da; tıpkı geçmişte Hayrunisa Gül’ün yaptığı gibi, olayı AİHM’ne götürmüşlerdir.
Mahkemeye verdikleri başvurularında da; ‘Din ve İnanç Özgürlüklerinin İhlal Edildiği’ saçmalığını gerekçe göstermişler. Bu yetmemiş gibi, bir de 400 bin Euro gibi yüklü miktarda bir manevi tazminat talebinde bulunmuşlar.
Olaydaki cinliğe bakar mısınız?
Hem, böylesine özgürce yaşayabildiğin Ülkeni şikayette bulunacak, Din ve İnanç Özgürlüğü’nün ihlal edildiği safsatasını uyduracaksın, hem de bu yetmemiş gibi, kendilerinin de muhtemelen hak etmediklerine inandıkları, yüklü miktarda bir parayı Türkiye Cumhuriyeti’nden tazminat olarak alacaksın. Cukkalamaya bakar mısınız? Bütün kurgulama bunun üzerine yapılmış gibi gözüküyor…
Hangi özgürlükten söz ediyorsun arkadaş!
Sen, Ulu Önder Atatürk’ün, canı pahasına kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde; Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ni tanımayacak ve de takmayacaksın; bunu ‘Dini ve İnanç Özgürlüğün’ adına yaptığın saçmalığına sığınacaksın. Yasalar gereği izin verilmeyince de; Özgürlüğüm kısıtlanıyor diye, feryat figan çığlığı basacaksın… Yemezler!
Bir vatandaşın, ülkesini bir başka ülkeye yada bu ülkelerin oluşturduğu Adalet Komisyonu’na şikayet etmesine, devletin hiçbir biriminden ses çıkarılmıyor, aksine kişinin kişisel haklarının korunması anlayışı çerçevesinde müsamaha gösteriliyorsa; buna özgürlük denmez de ne denir?
Hele hele bu şikayette bulunulan yer; emperyalizmin maşalığını yapan ülkelerin oluşturduğu bir komisyonsa; durum daha da çarpıcı değil mi?
Ama dertleri başka! Atatürk Türkiyesi’ni, her fırsatta yaralamak. Bütün mesele bu…
İşte size, ‘Müslümanım’ deyip de her türlü şaklabanlığın yapılmasından çarpıcı bir görüntü…
Bu insanlara fazlaca kabahat bulunmasa nasıl olur ki?
Çünkü, RTE başta olmak üzere, büyüklerinden böyle görüyorlar. Devlet’in kendilerini okutmaları, yetiştirmeleri karşısında minnettar kalacakları yerde; tam aksini yapıyor ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, emperyalizmin maşası konumundaki AB Mahkemelerine şikayet ediyor… Bu yetmemiş gibi, bir de bundan kişisel rant sağlamayı hedefliyorlar…
Pes doğrusu…!
AKP ve Zihniyeti’nin topluma kötü örnek olması meyvelerini böyle veriyor işte…
GERÇEK DIŞI BEYAN
Hukuk, insanların haklarının teslim edileceği en son yerdir. Buna hiçbir itirazım yok. Ancak, bu yola başvururken; hele hele kendi Ülkeni bir başka hukuki merciye şikayet ederken, gerçekleri saptırmamalısınız. Doğrulardan ayrılmamalısınız. Bu ülke hepimizin vatanıdır. Unutmayın! Şikayetçi olduğunuz Hukuk Sistemimiz, bir gün size de lazım olacaktır…
Şimdi sorarım size;
-Türban-Sıkmabaş, ‘Din ve İnanç Özgürlüğü’ nün bir simgesi midir?
-Hayır! Kesinlikle de olamaz!
Çünkü, RTE’nin, bir yurtdışı seyahatinde, İspanya’da yaptığı bir açıklamasında, Türban’ın siyasi simge olduğunu söylemesinin üzerinden fazla bir zaman geçmedi…
-Peki, o halde bu gençlerin, Türban’ı-Sıkmabaş’ı, Din ve İnançlarının simgesi yapması neyin nesidir?
Bunun tek izahı olabilir… Din Kullanılıyor! Buradan rant sağlanıyor…
Mesele başı örtmekse; hiç kimsenin Başörtüsüne bir dediği yok. Anadolu’da yüz binlerce kadınımız halen başını örtmektedir. Çoğunluğu da çok yakınlarımız olan vatandaşlarımızdır.
Ama, bunların derdi başka. Türban-Sıkmabaş modeliyle bir yerlere verilen mesajlar var. Bunun Din ve İman’la uzaktan yakından bir ilgisi yok. Yapılanlar, Laik Cumhuriyet’in altının oyulması gayretlerinin bir tür yansımasıdır…
Bunun için de her türlü yöntem denenmektedir. Yalan söylemek ve gerçek dışı beyanlarda bulunmak gibi…
ANAYASA MAHKEMESİ’NDEKİ DAVA
Bilindiği gibi, Türban’ın üniversitelerde serbest bırakılması konusunda, AKP ve Zihniyeti’yle MHP işbirliği yapmışlar ve Meclis’ten yasayı çıkartmışlardı.
Ana muhalefet partisi konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmüştü.
Anayasa Mahkemesi, beklenen kararını nihayet verdi. Kısaca söylemek gerekirse, AKP ve Zihniyeti iktidarı ve MHP’nin elbirliği ve işbirliği içinde çıkardıkları yasa, Yüce Mahkeme tarafından iptal edildi. Karar çoğunlukla alındı. Karardaki çoğunluğa katılmayan iki üyenin Başkan Haşim Kılıç ile üyelerden Sacit Adalı olduğu bilgisi alınabildi.
Ancak, henüz Gerekçeli Karar yayınlanmadığı için konuşmanın erken olacağı kabul edilmekle beraber; Karar’ın bu yönde çıkması, toplumun çoğunluk kesiminde memnuniyet yaratmıştır…
Kimilerine göre, AİHM’nin kararını açıklamasının, Anayasa Mahkemesi’nin kararından birkaç gün öncesine rastlaması ilginç bir tesadüf gibi yorumlanmasına karşın; Evrensel Hukuk’ta, aklın yolunun bir olduğu ilkesi, bütün dünya için geçerli olduğunu bir kez daha gösterdi diye düşünüyorum…
TÜRBAN-SIKMABAŞ’A RET
Yorumu nasıl istenirse öyle yapıladursun. Ortada bir gerçek var ki; Türban-Sıkmabaş gibi bir paçavranın, belirli bir zihniyetin siyasi simgesi olarak dayatılması ve bunun, dinin gereği olduğu yutturmacasında bulunulmasında başarılı olamadılar. Olmaları da artık mümkün değil. Oyunları, ilk olarak çok güvendikleri AİHM’den ters yüz geri döndü. Türban-Sıkmabaş paçavrası reddedildi…
Yüce Mahkeme de aynı doğrultuda karar verdi. Her ne kadar; Karar hakkında, sağdan-soldan çarpık-çatlak sesler ve yorumlar duyuluyor olsa bile; bir gerçeğin kesin olduğu ortada… Türban-Sıkmabaş paçavrasının Serbestliği konusu, Tarihimizin dehlizlerinde bulunan karanlık deliğindeki yerine itilmiştir. Bir daha da oradan çıkabilmesi mümkün değildir…
Bu böyle biline!
Yasalar karşısında her daim saygılı olduğumuzu bir kez daha yinelemekte fayda var.
Özellikle AKP ve Zihniyeti döneminde, AB’nin taleplerine istinaden ve Uyum Yasaları zırvalığıyla, yasaların kırpılıp kuşa çevrilmesi gayretlerinde epey mesafe alınmışsa da; Cumhuriyet’in Hakim ve Savcıları’na, dolaysıyla Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlı yargı mensuplarına olan inancımız ve güvenimiz her zaman tamdır.
Bu itibarla da; Laik Cumhuriyet’in altını oyma gayretinde bulunanlar, istedikleri kadar Türban-Sıkmabaş dayatmasını toplumun önüne sürsünler dursunla; her defasında kaybetmeye mahkumdurlar.
Bir rahibe geleneği olan Türban’a-Sıkmabaş’a asla geçit yoktur. Olamaz da!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Ulus Gazetesi’nin, siz okurlarına sunmaya çalıştığı röportajlar kapsamında bu hafta da Tarihçi-Yazar Turgut Özakman konuğumuz oldu.
Birçok alanda Türk Ulusu’na önemli hizmeleri bulunan Özakman; Devlet Tiyatroları’nda Genel Müdürlük, TRT Genel Müdürlüğü’nde Genel Müdür Yardımcılığı, Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda Üyelik ve Başkan Yardımcılığı gibi bürokrasinin en üst kademelerinde görevlerde bulundu.
Ayrıca, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde, 30 yıl kadar da öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Çoğunluğumuzun eserlerini okuduğumuz, tiyatrolarda muhtelif oyunlarını izlediğimiz Turgut Özakman’la, kendisinin gençliği döneminin en etkin gazetesi olan ve bugün de siz okurlarına hizmet etmek amacıyla yayınını sürdüren ULUS Gazetesi ve eserleri hakkında söyleştik. Söyleşiyi Gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Cengiz Önal gerçekleştirdi.
Aşağıda bu söyleşiyi sunuyoruz…
ULUS’UN BENİM İÇİN ANLAMI BÜYÜK
C. ÖNAL-Efendim, ULUS okurlarına kendinizi tanıtır mısınız?
T. ÖZAKMAN-1941 yılında Ankara’ya geldim. Ulus, o günden beri evimize gelen gazeteydi ve adeta birlikte büyüdük. ULUS, o bakımdan bizim için son derece önemlidir. Falih Rıfkı ATAY, Ulus’un o yıllardaki baş yazarıydı. Nurullah Ataç da yazardı. Bir gün bir iki hikayemi götürmüştüm. Yayınladılar. Çok zaman geçti. Tam 62 yıl oluyor. Çok ta mutlu oldum, gazeteyi aldım, okula liseye gidiyordum, gazeteyle ilgilenen olmadıydı.
Bir süre sonra haber verdiler ve müdür bey, ‘Telif hakkını gel al’ dedi. Bu, 250 kuruşluk ve çok büyük bir paraydı. Böylece, ilk telif hakkımı Ulus Gazetesi’nden aldım.
O para bitmez tükenmez bir para gibi gelmişti bana.
Ulus’un o zamanlar haftada 2-3 gün süren kültür sanat sayfaları vardı. Biz o zamanlar halk eviyle ve o dönemdeki medya ile yetiniyorduk. Radyo henüz yoktu, bir süre sonra bu ortama radyo da katıldı.
Bizler, Radyo ile yetişen kuşağız. Bu, aynı zamanda Cumhuriyet kuşağıdır.
İstanbul Bakırköylü’yüz biz. İlkokulu orada okudum. Bugün taş okul denilen mektep, taş mekteptir. Sonra, Kırıkkale’de ortaokulu bitirdim. Ardından da Ankara ya geldim. Kurtuluş lisesi adını taşıyan okulun adı birinci ortaokuldu. Cebeci’deki okul da dördüncü ortaokuldu.
O zamanlarda karma eğitim henüz başlamamıştı. Ortaokulu bitirince Ankara Erkek Lisesi’nde okudum. Orası da sonra karma oldu. Çok da güzel oldu. Daha sonra da; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne gittim. 1952 yılında da bitirdim. Kısa süre Avukatlık yaptım. Basın-Yayın Umum Müdürlüğü’ne girdim. Oradaki görevimi yaparken; tiyatro, televizyon gibi faaliyetlerim oldu. Bunların dışında da görevim olmadı, baçkaca da bolca yazmaya çalıştım. Bu itibarla; ULUS’un benim için çok büyük bir anlamı vardır…
TARİHİMİZİ İYİ ÖĞRENMELİYİZ
C. ÖNAL-Hocam, büyük çoğunluğumuz, Milli Mücadele’yi o büyük ve muhteşem eseriniz olan ‘Şu Çılgın Türkler’den öğrenmeye çalıştık. Ayrıca, şimdi de; ‘Diriliş’ adlı eserinizden de Çanakkale Savaşlarını öğrenme gayreti içindeyiz. Zamanla dinlediğim sohbetlerinizde ve televizyon konuşmalarınızda; ‘Önce –Diriliş- yazılmalıydı. Ama, bir kısım teknik nedenlerden dolayı, ‘Şu Çılgın Türkler’ Diriliş’ten önce yayınladı…’ diyorsunuz… Okurlarımıza, bunarın kronolojik sırasıyla gelişimini anlatabilir misiniz?
T. ÖZAKMAN-Bakınız, bizim önemli bir tarihimiz var. Bu tarihimizin çok iyi bilinmesini önemsiyorum. Hatta, bunun bilinmeden ülke yönetimine talip olmanın yeterli olamayacağını düşünüyorum.
Tarihimize şöylesine bir baktığımızda;
1-Pek çok hata yapmışız. O kadar çok hata yapmışız ki; onların neler olduğunu öğrenmeliyiz ve bu hatalara bir daha düşmemeliyiz. Tarihimizi öğrendikçe; karşı taraf bize karşı hata yaptığında; bunlara karşı nasıl tedbir almamız gerektiğini öğreniriz.
2- Tarihimizde gurur duyacağımız uyarıcı, aydınlatıcı pek çok örneğimiz var. Bu örneklere bakıldığında; bize karşı yapılanlar karşısında nasıl dik dururuz, milli benliğimizi nasıl koruruz bunları öğreniriz. Böylelikle de; onun bunun oyuncağı olmayız.
Ne yazık ki biz; Tarihimize gerçeğe uygun olarak yaklaşmadık. Tarih dersleri, maalesef çocuklarımızın en az sevdiği derslerden birisidir. Gerek derslerimizden ve müfredat programından ötürü, gerekse öğretmenlerin tavrından ötürü, Milli Eğitim, Türk Tarihini çocuklarımıza sevdirebilecek yolu bulamadı.
En azından;1950’den beri başlayan bir karşı devrim hareketi var ki sormayın gitsin. Bu maalesef kitaplara da ulaşmaya başardı. Çok kısa bir süre önce yaşanmış olanları, tarihle ilgisi olamayanlar yüzünden, rahatlıkla sulandırmaya, çarpıtmaya başladılar. Ne yazık ki; karşılarında öyle tepki gösterecek bir kitle de bulmadılar. Çok az bir kitle buldular ama yeterli olamadı. Mesela Türk Tarih Kurumu bu yalanlara karşı çıkabilirdi ama yapmadı, yapamadı. Derin bir sessizliğe büründü. Milli Eğitim Bakanlığı da sessiz kaldı.
Bizim, eli öpülesi çok büyük tarihçilerimiz var. Onların, sanıyorum bu yalanlardan haberleri bile yok. Bir kısmı da bu yalanlarla boğuşmak istemedi. Neticede bu yalanlar giderek kemikleşti,yayıldı kaldı...
Bugün o yalanlara inanan tarih öğretmeleri var ülkemizde. Ortaokullarda ve liselerde bu yalanlardan oluşan tarihi anlatan öğretmenler var. Devlet eliyle yalanı yayıyoruz. Bir ara, son zamanlarda liselerde okutulan yakın tarihimizin kitabını okudum. Gerçeği saptıran bulanık bir anlatım yer alıyor.
Devlet kendi öğrencisini yalanla eğitir mi? Bu çok talihsiz bir olay, çok tehlikeli bir şey. Çocukları kandırıyoruz…
Diyelim ki; bu yanlış tarihimizi okuttuğumuz çocuklarımız politikacı, teknokrat ve bürokrat olacaklar. O yarım yamalak tarih bilgisiyle Türkiye’ye yön vermeyle çalışacaklar. Sonuç, sizlerin de görebileceği gibi hiç de iyi değil. Türkiye, bu bilgisiz yönetimden dolayı bu hale geldi.
TARİHİ YALAN-DOLANLA DOLDURDULAR
C. ÖNAL-Bu hal nedir efendim? Bize, geldiğimiz bu nokta hakkındaki görüşlerinizden de bir miktar aktarır mısınız?
T. ÖZAKMAN-Mesela nedir bu yalanlar dersek…? Birini hemen söyleyebilirim. 500 milyar dolar borcumuz var diyorlar. Bu, bir ülke için felakettir. Tabi ki; bizim ülkemiz için de felakettir… ‘Borç yiğidin kamçısıdır’ deniliyor… Gülmemek elde değil. Bu kadar büyük rakama ulaşmış olan borç kamçı değil, olsa olsa boyunduruktur.
Tarih diyor ki; borçlu olduklarımız, sadece bu parayı geri istemez, başka şeyler de isterler… İmtiyaz isterler. Hatta toprak isterler. İnanmayanlar, dönüp yakın geçmişteki tarihe bir baksınlar…
Bizi yönetenler ve destekçileri belli çevrenin adamlarıdır. İş adamlarıdır bunlar. Sahiden tarihimizi bilseler; bu tehlikeyi görürler ve sonucunu da çarçabuk anlarlar.
Fakat tarihi bilmiyorlar. Adeta, tarih bilmeme eğitiminden geçmişler. Ben bu insanların yakın tarihimiz ile ilgili anlattıklarına bakarak titriyorum. Kendilerine göre hayali tarih yaratmışlar yada böyle bir tarih bunlara sunulmuştur. Verdikleri eğitimle bunu kabul etmişlerdir. Yakın geçmişi öyle sanıyorlar.
Halbuki öyle değil yakın geçmişimiz. İşin doğrusuna baktığınızda; Türkiye’de yaşayan her insanın gurur duyacağı bir yakın tarihimiz mevcuttur.
Bunun içinde yanlışlık var mıdır?
Elbette ki vardır.
Eksiklik var mıdır?
Hem de çok vardır.
Avrupa’nın 200 yılda sağladığı o büyük atılım 15 yılda yapılabilir miydi? O yıllar içinde Osmanlı aydını, bürokratı yerine yeni insanı yaratmaya çalıştık. Bunda bir yere kadar başarılı olunabildi.
Ama, bizim çok partili seçim dönemine girmemizin ardından bir çok şey aksadı. Tabi bir çok iyilikler de geldi bununla birlikte. Birçok olumsuzluklar da geldi.
Atatürk dönemi kalkınması kesintiye uğradı. Bilime, sanata, kültüre yaklaşımımız sıfıra yaklaştı. Devlet sanat kurumu bulamadığı, kuramadığı için onları da yok etme gayreti içerisine girdi. Bugünkü iktidardan değil, son 30 yıllık iktidarlardan söz ediyorum.
Bir gün onlara operanın, tiyatronun Cumhuriyet’in kurduğu büyük kuruluşlar olduğu, misyonu bulunduğunu söylediğim zaman; bana şöyle diyorlar, ‘Bunları vakıflara, belediyelere devredecekler...’ Bunu söyleyen yetkiliye, ‘Saygıyla değil, lanetle anılırsınız…’ diye cevap verdim ve o tartışmayı da noktalamıştım. Neyse ki; bu hatayı yapacak kişi o olmadı. Çok da iyi oldu…
Şimdi biz iki büyük sorunun karşısındayız.
Birincisi; bir yeni Osmanlıcılık özlemi var. Bunlar Osmanlı tarihini bilseler böyle bir özleme kapılmazlar.
İkincisi ise; Batıcılarımız var. Onlar da batı tarihini bilmiyorlar. Bilseler böyle körü körüne batıcı olamazlar.
Daha garibini söyleyeyim; bizim bazı milliyetçilerimiz de; Milli Tarihimizi bilmiyorlar. Maalesef bilgisizliğin cefasını çekiyoruz milletçe… Açıkçası, durum bu. Milletçe, yeniden tarih derslerimize çalışmamız lazım. Çünkü bugünü dün yarattı. Yarını da bugün yaratacak!
Ama, tarih bilgisini kaldırırsanız bugün kalmıyor. Dün ortadan kalkıyor. Çünkü bunların hepsi bir süreç. Bu süreç Çanakkale ile başlıyor.
Çanakkale’yi başlatan, 600 yıllık bir Osmanlı tarihi. Onun arkasında da 200 yıllık bir Selçuklu ve beylikler tarihi var. İşte, onun arkasında da yüzlerce yıllık Karahanlılar, Gazneliler var… Hindistan da ki Babür var. Orta Asya’daki Türkler var.
İnsanlarımız, Anadolu’da bir büyük halk şairi olan Karacaoğlan’ın varlığını ancak ikinci meşrutiyet döneminden sonra örendi. Ne acıdır ki kendi kültürümüzü bilmiyorduk. Osmanlıda anavatan bilinci yoktur. Anadolu Osmanlının anavatanı değildir. Onun için en önemli yer İstanbul’dur .
İstanbul o surların içine girmiş. Surların içinde de kalmıştır.
GERÇEKLERİ ÇARPITTILAR
Anadolu’da Osmanlıdan çok Selçuklu eserleri vardır. Selçuklu Anadolu’ya daha çok sahip çıkmıştır. Osmanlı öyle yapmamış. Sadece yayılmış. Büyük bir imparatorluk olmak istiyor. Aden’e(Yemen), Kırım’a, Kafkaslar’a, Afrika’ya ve Fas’a kadar uzanan dev bir imparatorluk…
Şimdi, dünyada öyle bir imparatorluk olmuş bir milletin, topluluğun; küçüle küçüle Balkan Savaşı’ndaki hale gelmesi, maalesef tarihte kayıtlı değil. Bunu, yani böylesine küçülmeyi, ne acıdır ki, başaran yalnızca biziz… Tabi bunun pek çok sebebi var.
Din ile Bilimi birbirinden ayıramadık. Halka bilgi veremedik. Avrupa bilgi reformu yaparken, dolaysıyla da aydınlanırken; biz bunun çok gerisinde kaldık. Onlar sanayi devrimini yaptılar, biz bunu duymadık bile… Sadece uçakları tepemizde uçmaya başladığı zaman, trenleri canavar gibi sirkeciye dayandığı zaman Avrupa da bir şey olduğunu görmeye başladık. O zamana kadar hiçbir şeyin farkında değiliz.
Biz bu rüyadan, kendi kendimize yattığımız rüyamızdan uyandığımız zaman; Avrupalı’nın 200 yıl gerisinde kaldığımızı gördük. Gittikçe bu açık azalmadı, aksine arttı.
Balkan savaşında, 3,5 yıl önce kurulmuş devletin ordusu Osmanlı devletinin ordusunu evire çevire yendi. Sonra, Edirne’yi de elimizden aldılar. Hem de son taşına kadar. Böylelikle de; Osmanlıyı kafa tutamayacak hale, yani hiç direnmeyecek hale getireceklerini sandılar. Bu oldukça yanlış bir kanıydı.
Isa süre içinde müthiş bir yurtseverlik patladı. Türk milliyetçiliği o bakımdan emperyalizme karşı bir tepkidir. Aynı zamanda Osmanlı içindeki etnik gurupların ırkçılığına karşıda bir tepkidir.
Milliyetçilik çok geç gelmiştir, çok geç uyanmıştır. Ama, uyanınca da iyi uyanmıştır işte…
Çanakkale’yi yaratan da bu ruhtur... Bu yüzden ben ona ‘Diriliş’ dedim. Çünkü yıllarca, yüzyıllarca uyutulmuş bir millet tarihiyle, bilimiyle, sanatıyla, türküleriyle, tarihiyle birden bire ayağa kalktı. 1912’deki durum ortada… Dergiler çıkmaya başlıyor, konferanslar veriliyor, toplantılar yapılıyor… Ama ne acıdır ki; bir Türk, tarihini bile Leo Kavi adındaki bir yabancıdan öğreniyor.
Osmanlı tarihini de; gene bir Avusturyalı’dan öğrendik. Tıp tarihimiz hakkında da bilimsel bir tarihimiz yoktu. Bizim tarihçilerimiz, umumiyetle padişahın güncesini yazan saygıdeğer insanlardır. O bilimsel olarak bilinen tarih Cumhuriyet’ten sonra oluşmuştur.
Şimdi, bundan 100 sene evvel yaşanmış bir hayatı biz nasıl değerlendirebiliriz? Bunu ancak belgelere bakarak ve o dönem tanıklarının anılarından çıkartarak yapabiliriz. Başka şansımız da yok zaten. Hepimiz aynı belgelere bakıyor, aynı tanıkların anılarını inceliyoruz.
İşte sıkıntı da bu noktada başlıyor. Evet, hepimiz aynı belgelere bakıyor ve aynı tanıkların anılarını inceliyoruz ama, Türkiye’de bir kısım yarı tarihçi var ki; onlar bu belgelerin işlerine gelmeyen kısmını bir kenara koyuyorlar. Geri klanlar da işerine gelmiyorsa; yerlerine yeni ve yalan belge imal ediyorlar. Tanık bulamazlarsa uyduruk insanları Tanık diye yutturuyorlar. Daha da olmazsa; ‘Ninem’den yada Annem’den duydum…’ diyorlar.
Şaşıracağınız şeyler var. Mesela bir tanesi diyor ki, ‘…ben annemden duydumdu Vahdettin Türkiye’yi terk ederken bütün okullar Kabataş rıhtımında kendisini uğurlamaya gelmişler. Kız öğrenciler de gelmiş…’. Yine Annesi’nden duyduğuna göre, ‘…Vahdettin giderken demiş ki… falan, filan…’. Bunu anlatan adam böyle söylüyorsa ve ciddi bir şekilde anlatıyorsa; çok ciddi bir sorunu var demektir. Bilerek, kasten bunu anlatıyorsa büyük ayıp ediyor demektir. Hem de çok büyük ayıp ediyor demektir. Yani bu hakikate ihanet demektir. Bilgi çağındaki en büyük suçlardan birisidir…
MİLLİ MÜCADELE’Yİ KÜÇÜMSEMEYE ÇALIŞTILAR
C. ÖNAL-Efendim, gerek Diriliş, gerekse Şu Çılgın Türkler ve tiyatro oyunlarınız, yazılarınız konularında o kadar çok konuşulacak şey var ki, aylarca konuşsak yetmez. Gazete’nin tamamını bu röportaja ayırsak ve de haftalarca yayın yapsak yine yetmez. Onun için yalan yazan tarihçilerin, gökyüzünden bir bulut yumağının inip İngiliz tümenini yok ettiğini iddia ettikleri bir olay var. Böylelikle de Gelibolu’daki gerçekleri başka anlamlara büründürerek anlatıp, insanlarımızın gerçekleri görmelerini engellemeye çalışıyorlar. İngiliz Taburu’nun yok olması olayını sizden dinleyebilir miyiz?
T. ÖZAKMAN-İngiliz taburu olayı oldukça basit bir hadisedir. Tabur tepenin yamacına doğru ilerlerken; o bölgenin özelliği ve havanın da nemli olması itibariyle ortalık bulutlanıyor. İngiliz Taburu da buluta doğru yürümeye devam ediyor. Tabur biraz ilerleyince de; o bölgede mevzilenmiş Askerlerimizce, savaş şartlarının gereği olarak yapılan çatışmada, bütün tabur süngülenerek yok ediliyor.
Bu, basit bir hikaye. İngiliz Taburu’nun nerede gömüldükleri belli. Bunlarla ilgili belgeler de ortada. Ama sarhoş üç tane İskoçyalı asker bu olaydan 35 yıl sonra, -ki bunlara savaş hayali deniyor- ortaya bir şeyler atıyor. Bununla ilgili bir film de çevrilmiş. Ama Türkler esir olan bu askerleri, İngilizleri öldürmüş gibi gösteriliyor. Bizi asla yapmadığımız bir suçla itham ediyorlar.
Allah, yere bulutu indirdi ve İngiliz alayını, -dikkat ediniz tabur alay oldu- içine alıp götürdü. Sahiden de taburu yada hurafecilere göre alayı bulut kapıp da denize döktüyse; size sorarım, Çanakkale zaferi bir alayla kazanılır mı?
Allah’ı birebir bu savaşın içine kattıkları zaman sonucunu da hesap etsinler. Çünkü biz 4 yılın sonucunda yenildik. Çanakkale’yi İngilizlere teslim ettik. Yani onların anlatmaya çalıştıkları, Allah İngilizlere yenilmiş gibi oldu.
Anlatmaya çalıştıkları o ilahi güç İngilizlere yenilmiş oluyor. Gerçek Müslümanlar bu anlatılanlara saygı duymaz. Benim tanımış olduğum Allah bu savaşa katılmış olsaydı; bu savaş bir saniyede biterdi. Koca evreni yaratan Allah 8,5 ay uğraşacak. Buna ne gerek var? Bir-kaç saniyede işi bitirir olur biterdi…
Size bir yalan daha söyleyeyim. Bir tanesi de diyor ki; Allah Gelibolu ormanlarında yırtıcı aslanlar yarattı. Onlar da İngilizleri parçaladı. Şimdi bu yalancının bilmediği, palavra sıktığı şundan belli. O tarihe Gelibolu’da orman yok ki… Çıplak bir arazi, bir iki yerde zeytin ağaçları var. Birkaç kavak ve zeytin ağacının olduğu bir yer nasıl oldu da orman oluverdi? Yalan! Hepsi yalan!
Bu palavracı zihniyet Milli Mücadele’ye karşı olan zihniyettir… Hatta, Osmanlı’ya göre, o Milli Mücadele önemli değilmiş. Zaten, hatta Yunanlılar’la birazcık boğuşmuşsuz. Bu boğuşmayı da uzatmışız. Onu d yani uzatmayı biraz da abartıp, 4 yıl yapmışız. Bir başkası da diyor ki; ‘…o 4 büyük savaştan 4 büyük tören çıkartarak gülünç oluyoruz falan...’. Bunu, emin olun Yunan askeri kaynakları yazmıyor. Yunanlının tarih kitaplarını okuyan birisi olarak söylüyorum, Yunanistan’da hiç kimse böyle yazmıyor ve söylemiyor. Bizdeki yalancıların yaptığı gibi böylesi bir saygısızlık asla yok!
Bu zihniyetin mensuplarının, Yunanlılar kadar, bizim tarihi gerçeğimize saygıları yok. Yunanlıların Anadolu Türkleri’ni sevdiğini söyleyemeyiz ama, bizdeki bu yalancılar, Yunanlılar’dan daha çok nefret ediyor kendi gerçeklerinden…
Kendi ülkesinin zaferinin üstünü örtüp karşısındakine zafer bağışlayan kafa nerede var? Bunlar sağlıklı kafa değil ama, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, gençlerimizin çok büyük bir bölümünü işte bu yalancılar eğitiyor, yönlendiriyor. Kitaplarda o çocuklar için neler saçmalanmış bir görseniz… O gençlere hitap edilen kitaplar, -2. baskısındaydı- ve -her birinin 10 bin bastığı söyleniyor- kitabın içindeki tek doğru yazarın adı ve soyadıydı.
Milli Mücadele ve Çanakkale hakkında bu kitapların yalanlarına inanan yüz binler var. Tarih öğretmenleri var. Tarih öğretmenleri genç beyinlere o yalanları anlatıyor. Bu çocuklar da maalesef sahi zannediyorlar. Anlatılanların en küçük dayanağı ve belgeleri dahi yok. Sineğin teri kadar dayanakları olsa; önlerinde saygıyla eğileceğim. Ancak öyle bir şey yok!
Ciddi bir araştırma yapmadıkları için her tarafını inceleyip bir belge sunmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Osmanlı çöktüğü zamanki medrese kafalılar, olaya biraz oradan biraz dıştan bakarak, bir yerlerinden tutarak bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar.
Bir takım yeni bilim adamlarımızda var ki; onlardan farkları yok. Diyelim ki Üniversite’de hocalık yapıyor ve Milli Mücadele hakkında bir yargıda bulunacak. Eleştirmek yerine yalana saparak söylüyor ne söyleyecekse… Yada eksik bakıyor. Tıpkı Fil’i tutan adam gibi… Kuyruğundan tutarsan Fil’in sadece kuyruk olduğunu sanır. O bilim adamı da; Fil’i tuttuğu kuyruk gibi zannediyor. Bilimin asgari kurallarına uyulur. Bu etik bir davranış olur. Ama nerede? Birde bu insanlar televizyonlarda ve gazetelerde yer alıyorlardı.
TÜRKLER ÖNCE KÜÇÜMSENDİ-AŞAĞILANDI
C. ÖNAL-Özellikle büyük bir çoğunluk Diriliş’i bir kez daha okusun. Hatta yavaş yavaş ve sindirerek okusun. Yoksa bu konuda günlerce konuşsak yine de zaman yetmeyecektir… Şu Çılgın Türkler’e gelelim… Türk’ün Milli Mücadele tarihini anlatan bir eser bu… Bize, şimdi de; Şu Çılgın Türkler hakkında bilgi verebilir misiniz?
T. ÖZAKMAN-Kuvayı Milliye Ruhu dediğimiz şey Çanakkale ruhunun bilinçleşmiş, hatta daha da çelikleşmiş halidir. Çanakkale’nin ön sözü çok yakışıyor. Giden yolu açmış oluyor. Biz kenetlenirsek, uyanık durursak, birlikte olursak emperyalizmi yenebileceğimizi Çanakkale’de gösterdik. Bu, çok önemli bir özgüvendir ki; Milli Mücadele’ye güç verdi. Hatta Milli Mücadele’yi bu özgüvenle başlattılar…
Atatürk’ü de Çanakkale dolayısıyla tanıdıkları için haklı olarak efsaneleşen bir komutan oldu…
Çılgın Türkler ifadesi, evvela aşağılamak için söylenen bir laftır. Bunu, hem İstanbul hükümeti kullanıyor, hem de Damat Ferit kullanıyor.
Bu dönemde, dünyanın her yerine sahip güçlü diye bilinen galipler cephesi var. Bunlar İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Amerikalılar… Dünya kamuoyu önünde Osmanlı ile Sevr Anlaşması’nı yapıyorlar. Bu, o an için Osmanlılar’la yapılan ayaküstü bir anlaşma değil. 100 yıllık bir hazırlığın ürünü. Sevr’in arkasında 100 yıl var. İstanbul Hükümeti, 1-2 günlük direnmenin ardından Sevr’i kabul edeceğini gösteriyor. Büyük bir murtlulukla olmasa bile; Avrupa nezdinde ve ona bağlanmış, boynu bükük, İngiliz mandasına girmek istiyor. Padişah da İngiliz mandasında olmaya dünden hazır. Belgeleri olduğu için bunları söylüyorum. Hiçbirisi tahmin değil bunların.
Ankara’da yarısı yanmış, diğer yarısı da kül ve toz-toprak olan ve cam bardak bile bulunamayan bir şehir merkezinde, yarım yamalak yeni bitmiş bir binada, 150-200 kişi toplanıyor.
Bu insanların hemen tamamı orta hallinin de altındaki insanlar. Bunlar Sevr’e ‘Hayır!’ diyorlar. İşte o zaman ‘Çılgın’ lafı kullanılıyor. Giderek de övgüye dönüşüyor.
Hiç beklenilmeyen bir şeydi bu. Emperyalizme ve onların paralı askerlerini, onların taklitçilerini, fırsatçılarını halk yeniyor, büyük bir kısmını da denize döküyor. Hem de hayalleriyle birlikte denize döküyor.
Ardından, Lozan’a gidiliyor. Lozan’da da kendi bağımsızlığını, yani dünya devletleri arasında eşit haklara sahip bir devlet olma hakkını tescil ettiriyor… İşte burada; çılgınlık olarak dedikleri yılmaz, yıkılmaz, yenilmeyi aklına bile getirmeyen, yurdu için her türlü fedakarlığı göze almış, çok kahraman insanlar anlamında ‘Çılgın’ kelimesi kullanılıyor…
Bu yüzden; kitabın adı olarak ‘Şu Çılgın Türkler’ ifadesini kullandım… Ama inanılmaz bir şey o! Bununla inanılmazın ne kadarını anlatabildim onu pek bilemiyorum. Bundan sonra çok daha etkilisini, çok daha ayrıntılısını yazacağına inanıyorum.
Biz, yakın tarihimizi gençlerimiz, yakınlarımız ve kadınlarımız için yazmalıyız. Köylülerimiz, işçilerimiz için yazmalıyız. Hepimiz yakın tarihimizi bilmeliyiz. O zaman Türkiye’de ki pek çok kavga kendiliğinden biter.
Şunu açıkça söylemek gerekirse; yakın tarihimizi bilmediğimiz için bloklara ayrılmış durumdayız. Böyle, kuzu gibi sessiz ve sakin durmamızdan heveslenen, iştahlanan insanlar oluyor. Ama, gerçek bunun tam aksidir. Onlara, hem içerde, hem de dışarıda uyuyormuş gibi yapacağımızı da göstermemiz gerekecektir.
Dışarıda yanlış bir şey yapacaklar, onlara hak ettiği tepkiyi gösterdiğimiz zaman da şaşakalacaklar. Artık, çağımızda bu milletin AB ile oyunlara gelmesi çok zor. Politikacı, bilgisizliğinden veya siyasi düşüncesinden dolayı oyunlara gelir, gelebilir… Başka maksadı vardır gelir. Ama Millet gelmez. Gelemez!
Millet bekler bekler ama sonunda tepkisini gösterir. Avrupa milletlerarası terbiyeyi bile göstermesi gerekirken; bunu bile bir kenara koymuş konuşuyorlar. Ben, tabii ki isterdim ki, benim söylediklerimle değilse bile, devlet bunlara ağzının payını versin. Terbiyeli konuşmayı öğrenmeliler.
Bakınız, bizim Dışişleri Bakanı’nın şahsını hedef alarak söylemiyorum, Türkiye aleyhinde konuşma yapıyorsa adam, buna izin verilemez. Verilmemeli de! Belki o Bakan o ağır lafları sindirebilir içine ama onun bulunduğu yer, o lafın millet için söylendiğini bilip, Türk milleti adına ona kükremesi gerekirdi. Kendi kişisel olgunluğu yada vurdumduymazlığı hiç geçerli olmaz. Orada oturmakla olmaz bu işler… Kendi kendine oturamaz orada. Ancak, orada, o görevin kendisine verdiği niteliklerle oturabilir. Onun için, baba gibi söylüyorum, ne olur Nutku okuyun. İsmet İnönü’ün anılarını okuyun. Okumazsanız anlamazsınız. Anlayamazsınız!
ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI’NI
İMAMLARIN KAZANDIĞI BİLE SÖYLENDİ!
Siz bu işin farkında değilsiniz. Bundan önceki Liderlerden birinin Libya’ya gittiğinde anlattığı bir şey var. Ulusal Kurtuluş Savaş’ında biz 5000 şehit verdik diye anlatıyor. Yani 4,5 yıl süren bir kurtuluş savaşı 5000 şehit ile kapatılabilir mi? Bunların hiçbir bilgisi yok. ‘Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı imamlarla kazandık’ diyor.
Çok muhterem din adamları elbette vardı. Onlara itirazımız yok. Şimdiki din adamlarımızın örnek alacağı, yurt sever din adamlarımız var o tarihte. Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi, Denizli Müftüsü Hulusi Efendi, Amasya Müftüsü Kamil Efendi, daha niceleri… Yani, bunlar her daim saygı duyulacak insanlar. İstanbul’un o aşağılık fetvasına karşı duran 150 ye yakın Anadolu’lu din adamı var. O hain fetvayı sıfırlayan insanlar var.
İmamlarla Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazandığımızı söylemek; savaşın ne olduğunu, hele hele Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı hiç bilmemek demektir… Nitekim Çanakkale’yi şimdi bunlar hurafelerle anlatıyorlar. Bir tarafta yarım milyon asker, öbür tarafta yarım milyon asker, aşağı yukarı 18,5 ay içinde 1,5 milyon insan siperler içerisinde birbiriyle gırtlaklaşıyor. Bunu din adamalarıyla, dervişlerle anlatmak demek ne Allah’a saygı, ne dine saygı, ne de savaşı anlamamak demektir.
İçlerinde bulundukları cehaletin seviyesini gösteriri bu… Çok derin bir cehalet içinde bulunuyorlar…
Bana öyle geliyor ki, bizim bu insanlara, ‘Durun Efendiler!’ dememiz gerekiyor. Bunlar, böyle yapmakla dini de küçültüyor, Allah’ı da aşağılıyorlar. Gerçek Müslümanların Allah ile oynamaya razı olmaması gerekiyor.
Şimdi, Balkan Savaşı çok önemli bir hadise. Osmanlı, devletinden bahsederken ‘Devleti âliye’ diye bahsediyor. Sayılara döktüğümüz zaman, yani nüfus ile toprağı karşılaştırdığımızda; Osmanlı’nın ülkesiyle bir ilgisi kalmıyor.
KADINLARIMIZIN KAHRAMANLIKLARI
GÖRMEZDEN GELİNİYOR!
Niye böyle olduk biz? Çocuklarımıza Osmanlıyı çok iyi anlatmalıyız ki; aynı hatayı biz yapmayalım. Şu anda, bilimselliğin uzağına düştüğümüz zaman; çağımızdan kopmuş oluyoruz. Kadınlarımızdan söz etmezsek onlara, fırsat tanımazsak çağımızın gerisinde kalırız, çağımızdan koparız.
Çanakkale Savaşı’nda kahraman askerlerimizden söz ediyoruz da, kadınlarımızdan söz etmiyoruz. O dönemde kadın sokağa çıkamıyor. Eve hapsedilmiş, tıkılmış. Sanki ev kuşu. Eğer sokağa çıkar da tacize uğrarsa; polis, ‘Çıkmasaydın!’ diyor. Yani sokağa çıkmakla her şeyi kabul ettiğini söylüyor. Devletin polisi, kadını korumaya ihtiyaç bile duymuyor. Seçme hakkı yok, seçilme hakkı yok, mesleklere girebilme hakkı yok… Önünde açık iki yol var biri ebelik, diğeri de öğretmenlik. Öğretmenlerin sayısı da zannedildiği gibi on binlerce falan yok. Hepsini toplasanız 50’yi geçmiyor. O kadar var çünkü…
1915 yılını sonunda, İstanbul Üniversitesi’ne kızların da girmesi kabul ediliyor. Sabahleyin erkekler eğitim görüyor, öğleden sonra da 3-4 kız eğitim görüyor. O devrin tutucuları telaşlanıyorlar, ‘…koridorda kızlarla erkekler karşılaşırlarsa…’ diye. Sonunda ayrı bir binaya alıyorlar kızları…
1921 yılında akıllı bir Eğitim Bakanı bu uygulamaya son veriyor. O zamanlar Milli Eğitim bakanı değil, sadece Eğitim Bakanı… Ondan sonra, o devrin ulemasından birinin yazıları var, ‘…bunlar diz dize mi oturacaklar…’ diye.
Balkan Savaşı’ndan yeni çıktığımız zaman bu yenilik, dehşet verici bir yeniliktir. Adeta utanç verici bir yeniliktir. Ordu, halk ve yönetim için de böyledir. Kafaya bakınız ki; bulunan sebeplerden bir tanesi de kadınların etek boyu biraz kısalmış o nedenle… Yani Balkan Savaşını bile kadınlara fatura eden bir zihniyet, yobaz kafa Osmanlıyı batırdı. Malum Zihniyet, haritayı yasak etti. Resim, ‘…günahtır’ diye yasaklandı. Haritasız bir imparatorluk batar tabi. Rasathaneyi yıktırdı, matbaayı ülkeye sokturmadı, kadavra üzerinde doktor yetişemez dedi… Ancak padişah fermanıyla yapılabildi ceset üzerindeki doktorların çalışması…
BİLİME, ÇAĞDAŞ EĞİTİME
İTİBAR EDİLMEDİ, ENGELLENDİ!
Batı, medreselerini üniversitelere çevirirken; biz müspet ilimlerin tümünü medreselerimizden attık. Baron de Mont’un anılarında var. Medresedeki öğrencilere soruluyor; ‘…üçgenin iç alçıları toplamı kaçtır’ diye. Alınan cevap çok ilginç, ‘…üçgenine göre değişir…’ şeklinde oluyor. Okuldaki çocuk bunu bilmezse buna daha ne söylenebilir sizler takdir ediniz….
Bunlar, o dönemin yüksek öğrenim öğrencileri. İşte bilimden, bilgiden, dünyadan bir haber bir zihniyet…
Fransız ihtilali olmuş bizim aydınlarımızın bir kısmı bunun farkında ama Fransız İhtilali’ni bilmek yetmiyor ki. Bütün dünyada bu rüzgarlar eserken; sen kendi kendine kapılarını kapatıp, kendini koruyamazsın ki… Koruduğun şey eski olur. Dünyada her şey eylem halindeyken; bu yaptığın tutuculuk olur.
Bugün, Depremin, çok doğal bir hadise olduğunu idrak edemediği, aklı buna ermediği için ne diyor, ‘…falan yerdeki insanlar çok günah işlediler Allah onları cezalandırdı…’ diyor.
Diyanet İşleri Başkanlığımız ve de saygıdeğer din adamlarımız var. Birisinin, ikisinin değil tümünün bu yobazlığa karşı çıkması lazım.
Bu noktada bir anekdot aktarmak isterim:
Eniştem çok dindar bir insandı. Ona sorular sorardım. eski Müslümanlar çok güler yüzlü insanlardı. ‘Müslüman benim’ diye gerine gerine gezen takımından değildi o. Tevazu içerisinde gezerdi. O Müslüman tipini, bizim Müslümanlarımızı ne kadar da güzel temsil ederdi.
Camilerin dışı sadedir içi süslüdür. İnsanlarımız da öyleydi. Müslümanların da dışları çok sade ve güler yüzlü olmalı, ama içleri de zengin... Şimdi galiba tersi oldu. Eniştem, ‘Bir kelime ile tarif edeyim Müslümanlığı’ dedi. ‘İtidal’ dedi. Beni o kadar etkiledi ki itidalden dışarı çıktığımızda; sosyal hayatta da özel hayatta da itidalin dışına kaçtığınızda, maalesef çürüme başlıyor. İtidal lafını Osmanlı özlemini çekenlere anlatmak istiyorum.
Osmanlı tarihini bilseler Osmanlının doruk noktası Kanuni Sultan Süleyman dönemidir. Bundan sonra bizim yavaş yavaş çürüme dönemimiz gelir. Kanuni dönemini özlemenin faydası yok artık. Çünkü o dönemi bir daha geri getiremezsiniz. Son yüzyılı bilseler onu hiç özlemezler.
Son yüzyıl bizim çok üzücüdür, utanç vericidir. Devlet-i âlinin sadrazamı, siyasal konjonktüre göre Fransız, İngiliz ve Rus Büyükelçileri’nin onayını almadan hiçbir şey yapamıyor. Böyle bir devlet olur mu? Maalesef var!
Çocuklar ziyaretime geldiğinde; onlara ‘Kapitülasyonlar nedir?’ diye soruyordum. Hiç birisinden doğru dürüst cevap alamadım. Kapitülasyonları bilmeden geziyorlar, yaşıyorlar.
Bir kısım yöneticiler de; 25-30 yıldır bilmiyorlardı. Bilselerdi sanırım bazı kararların altına imza atmazlardı. Kapitülasyonları bilmeden bugünlere kadar maalesef geldik.
Emperyalizm nedir, ne değildir? Emperyalizm denilince ben rahatsız olan insanlar biliyorum. Son 100-150 yılın en büyük siyasi olgusu bu… Bugün ismi değişmiş olarak yine gelmiş. Bunu anlamadığınız sürece bizim gibi küçük devletleri yönetmek hiç zor değildir yem olusunuz. Biz de yem olmak üzereyiz.
GÜNCEL SİYASET ÜZERİNE
C. ÖNAL-Hocam, Türkiye Cumhuriyeti’ni yaklaşık 6 yıldır yöneten ve bana göre de Ülkeyi ortaçağın karanlığına doğru sürükleyen, bulabildikleri her imkanı değerlendirerek Atatürk ve O’na ait değerleri gençlerimizin kafalarından söküp atmak isteyen ve ABD’nin talimatları ve AB’nin da arzularının dışına çıkamayan AKP ve Zihniyeti hakkında neler düşünürsünüz?
T. ÖZAKMAN-Genellikle güncel siyasi konulara girmeme prensibim vardır. Ancak böylesi güncel bir konu için şöyle söyleyeyim. Ben bunlara yakın tarihimizi öğrenmelerini babaca öneriyorum. Tarihimizi bilseler bu çizgide durmazlar. Bu gidişin Türkiye için hayırlı olamadığını fark ederler. Hayırlı, yararlı olsaydı Osmanlı imparatorluğu bölünmezdi.
Osmanlı imparatorluğunu kimse yıkmadı, yıkıldı. Cenaze namazı merasimi görülüyordu, Milli Mücadele yürürken; Osmanlı musalla da yatıyordu. Osmanlı niye böyle oldu? Kanuni dönemi, o muhteşem Osmanlı tarihini, Sinanları, Fatih Sultan Mehmetleri incelerlerse tarihten çok güzel dersler çıkarırlar. Bu dersler onları aydınlatır.
İşte Mustafa Kemal Çanakkale’de, Gelibolu’da devletin niteliklerini kafadan atmadılar. O bir gereklilikti, bir zorunluluktu. Başka bir çıkış yolu yoktu. Başka bir çıkış yolu olduğunu zannedenler; Milli Mücadele’nin hukuki, milli ve ekonomik olaylarının ayrıntılarını bilmeyen insanlar görecekler ki; Milli Mücadele, onun devamı Çanakkale Savaşı, Mondros Mütarekesi ve devamındaki gizli anlaşmalar, değişimler rüzgara kapılmış ard arda devriliyor.
Osmanlı suni olarak ayakta… Devrilmekten daha beteri olacak. Yani padişah Vatikan’daki papa gibi olacak ama gücü onun gibi olmayacak.
Osmanlı’yı yazmak isteyen her aydın, Sevr Anlaşması’nı mutlaka okumalı. Bu barbar belgeyi okumadan hiçbir şeyi çözemezler.
AB’yi de anlayamazlar. Bizim 30 yıllık yanlışlıklarımızı da çakamazlar. AB sözcülerinin densizliklerinin, kabalıklarının, terbiyesizliklerinin acı sonuçlarını da görebilmeliler için tarihine çok iyi çalışmalı.
Hepimiz, yeniden tarih çalışmalı ve tarihimizi mutlaka çok iyi öğrenmeliyiz.
C. ÖNAL-Efendim, değerli görüşlerinizi, Ulus Gazetesi Okurları’na sunabilmemiz için, bizimle paylaştığınızdan dolayı size teşekkür ediyoruz. CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comwww.cengizonaltarakcioglu.blogspot.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
RTE, 10 civarında Bakan ve çok sayıda da milletvekili ve bürokratın katılımıyla, Diyarbakır’da gövde gösterisi yaptı.
AKP ve Zihniyeti’nin, göreve geldikleri Kasım-2002’den buyana GAP sözcüğünü neredeyse ağızlarına dahi almazken; RTE’nin, Diyarbakır çıkarmasında, GAP Eylem Planı’nı açıklaması, hiç de cazip gelmedi. Ayrıca da inandırıcılıktan oldukça uzak bulundu.
‘YÜZYILIN PROJESİ’YMİŞ…
GAP Eylem Planı’nı ballandıra ballandıra anlatmaya çalışan ve beraberinde de bir sürü palavra sıkan RTE’nin, bunca yıl Güneydoğu’ya yatırım yapılması konusunda ağzını dahi açmazken, Yerel Seçimlere ve belki de bir erken seçime, bir yılın altında zaman kalmışken; GAP Eylem Planı diye tutturmasının nedenlerini anlamakta zorlanılmıyor.
Malum projenin uygulanmasıyla, 4 yıl gibi bir sürenin sonunda, 2 milyon hektara yakın bir tarımsal alanın sulanacağını, 30 milyar kilovatsaate yakın elektrik üretileceğini, kişi başına düşen gelirin %210 oranında artacağını ve yaklaşık 4 milyon kişinin de istihdam edileceğini açıklayan RTE, anlattıklarının adını, ‘Yüzyılın Projesi’ olarak koydu.
Dilin kemiği yok…
O yana da, bu yana da rahatça dolanıp durur…
Olaya ve RTE’nin anlattıklarına şöyle bir baktığınızda; kendinizi gülmekten alıkoyamıyorsunuz.
2008 yılı bütçesinden 11 Milyarlık bir ödenek bu iş için ayrılacakmış. RTE, kaynağı da kolayca bulmuş.
Mevcut bütçe, 40 milyar dolar civarında açık veriyorken; nereden kesinti yapıp da GAP Eylem Planı’nı gerçekleştirecekmiş anlayamıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmekte olan RTE ve ekibinden duyulmuş saçma-sapan sözlerden bir kaçı daha… Tamamen popülist bir yaklaşım. Gerçeklerle asla uyuşmayan sözler…
Diyelim ki yanılıyoruz; bugün kazmayı vurup işi başlatsanız dahi;
-Alt yapı ne zaman ve nasıl tamamlanacak?
-Böylesine borç batağında iken; nakit parayı nereden ve neyin karşılığı sağlayacaksınız?
-Üretime geçinceye kadar olan dönemde işi nasıl götürecek, iş yapanların ödemelerini nereden temin edeceksiniz?
-Eğer bunları dışarıdan alınacak kredilerle yapacaksanız; size, kim ve neyin karşılığı kredi verecek?
Şimdi söyler misiniz; Bunun neresi yüzyılın projesi?
SEÇİMİN AYAK SESLERİ
AKP ve Zihniyeti, geçen yazılarımda dile getirdiğim muhtemel projeleri uygulamaya koymaya başladı.
Anayasa Mahkemesi’nin, AKP’nin kapatılması ve RTE ile beraberindeki 70 arkadaşı hakkında da siyaset yasağı şeklinde karar vermesi halinde; Mart-2009 ayında yapılacak yerel seçimler, bir erken seçim kararı alınıp, Milletvekili Genel Seçimi ile birleştirilecek hayali, planın sadece ayaklarından birisi, ancak en önemlisi olarak biliniyor.
Böylelikle; RTE, bağımsız olarak seçime girecek ve Cumhurbaşkanı da seçim kazanmış RTE’ye, rahatlıkla hükümeti kurma görevini verebilecek.
Ağırlıklı olarak üzerinde durulan konulardan birisinin böyle olması münasebetiyle; GAP Eylem Planı, özenle seçilmiş ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın ağzına bir parmak pekmez sürülmeye çalışılmaktadır.
Bununla birlikte; Genel Seçim gündeme alınmasa bile; yerel seçimler için, yine aynı bölgenin oylarının kendi adaylarına gitmesi kurgulanıyor.
Görülebileceği gibi; her şekilde vitrinlere oynanıp, bir bölgede yaşayan halkımız tezgaha getirilmeye çalışılıyor…
TOPAL AT YARIŞTA
Neresinden bakılırsa bakılsın; böylesi abuk-subuk düşüncelerin proje olarak takdimine, inanmak bir yana, sadece gülünür…
Çim ve kum sahalarda oldukça başarılı olan koşu atlarının arasında Topal At’ın yarış kazanmasının şansı ne kadarsa; RTE’nin, Bakanlar, Milletvekilleri ve Bürokratları Diyarbakır’a sürükleyerek ŞOV yapması ve büyük tantana ile öne sürdüğü GAP Eylem Planı Projesi’nin başarılı olması da o kadardır…
Anlatılanların tamamı, sadece AKP ve Zihniyeti’ne has bir hayaldir. Başka aklı başında insanların böylesi saçma-sapan şeylere inanması mümkün değil.
Siz, başta yaklaşık 6 yıllık iktidar döneminizde GAP Bölgesi’ne hangi çiviyi çaktınız? Nereye tek bir kazma vurdunuz? Yöre insanını, bir yandan bölücü terörün kandırdığı ve mağdur ettiği yetmiyormuş gibi; siz de açlığa ve yoksulluğu itmediniz mi?
Çiftçiye çay kaşığı ile verdiklerinizi, çeşitli ad altında kepçe ile geri almadınız mı?
Hangi projeden bahsediyorsunuz beyefendi?
Diğer bölgelerimize olduğu gibi; Güneydoğu Bölgemiz’e verdiğiniz hangi hizmet yüz güldürdü ki?
Bırakın kırsal yerlerimizi; şehirlerimizde başardıklarınızı sayar mısınız? Açlık, yoksulluk, ilaç ve hastane kuyrukları, borçlar, hastanelerde rehin kalmalar, daha hangisini sayalım istersiniz?
Bana göre; aklınızı başınıza alın ve bir kez daha düşünün… Bu Topal At ile siz, değil yarış kazanmak; yarışa bile sokulmamalısınız…
GÜNDEM DEĞİŞTİRME
AKP ve Zihniyeti, Türk Ulusu’na verecek herhangi bir şeyi kalmadığını ve yandaşlarını da oyalayabilecek bir eylemi olmadığını fark edince; gündemi değiştirme ve dikkatleri başka yöne çekme yöntemini uyguluyor.
Yarın, Türk Ulusu’nun önüne çıkıp, bu yalanları, sanki yapıyorlarmış da; başkaları engel olmuş gibi sunup, mağduru yeniden oynarlarsa şaşmayın…
Yapmaya çalıştıklarının bir yönü başarısızlıklarının üzerini örtme gayretleridir.
Ayrıca, ABD’nin talimatları ve AB’nin de bastırmasıyla, BOP’a bir başka destek sağlama ve özellikle AB şarlatanlarınca dile getirilen ve bir kısım etnik köken hakları söylemleri konusunda üzerlerine düşeni yerine getirme de olabilir. Önümüze çıkarılan küçük ayrıntılardan yola çıkarak, tahminlerde bulunup, komplo teorileri yapmak bana uymaz.
Bunların ne olduğunu bekleyip göreceğiz.
Ancak, bilinen bir gerçek varsa o da; gündemi değiştirmek ve dikkatleri başka yönlere çekmeye çalışmaktır…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Geçen hafta gündemde yer alan önemli konulardan biri de; Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın AB parlamentosu önünde yaptığı konuşmaydı.
Neydi bu konuşmanın içeriği?
Ali Babacan nelerden bahsetti, hangi önemli hususları ağababalarının bilgisine arz etti?
Özetle, ‘Türkiye’de yaşayan Müslüman çoğunluğun dinini yaşayamadığını, ibadetini özgürce yapamadığını…’ dillendiren Babacan, ‘AKP’nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi’nde açılmış olan dava, Yargı Reformu ve Kıbrıs’la ilgili güncel gelişmeler…’ gibi hususlarda da açıklamalarda bulundu.
Dışişleri Bakanı’nın, AKP ve Zihniyeti milletvekili olarak Meclis’e girmiş ve hatta Bakanlık mertebesine kadar ulaşmış olması münasebetiyle; gerek AKP hakkındaki kapatma davası, gerekse Yargı Reformu ve Kıbrıs konularında neler konuştuğu çok merak edilmiyor. Çünkü, malum Zihniyet’in, bu konulardaki bakış açısı öteden beri biliniyor…
Ancak, konu Din ve de Ülkemiz nüfusunun %99’unu oluşturan Müslüman vatandaşlarımızın ibadetlerini yapmada özgürlüklerinin kısıtlandığı konusunu dile getirmeleri olduğunda işin şekli biraz değişiyor.
DİN KULLANILIYOR
AKP ve Zihniyeti’nin dini kullandığı öteden beri bilinmektedir. Din üzerinden siyaset yaptıkları, Din ile milletimizi aldattıkları devamlı yazdıklarımız arasında yerini almıştır.
Ancak, Din ile uyutma ve Din üzerinden siyaset yapma öylesine mükemmel kurgulanmış, ve sergiledikleri oyunu o kadar güzel senaryolaştırmışlar ki; yeterince araştırma ve inceleme alışkanlığı olmayan insanlarımızı uyutma ve de kandırmada çok başarılı oldukları ortada.
Din adına her türlü kepazeliği yapıp, bunu dine sokuşturmaya çalıştıkları sözde kurallara bağlayınca işin içinden sıyrılıyorlar. Yaklaşık elli yıldır uygulanan ve bugün bile geçerliliğini koruyan bu yöntem sayesinde; iktidar bile ellerine geçebiliyor.
Büyük bir ekonomik gücü de arkalarına aldıkları gözlerden uzak değil… Devlet imkanlarını, sözüm ona, Müslüman kimlikli olduklarını iddia ettiklerine pompaladılar mı; gerisini söylemeye gerek var mı?
Konunun uzmanı olduğunu bildiğim ve günümüzde en önemli İlahiyatçıların önünde gideni olarak tanıdığım Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, ‘Allah İle Aldatmak’ adlı kitabında, bu Zihniyetin kepazeliklerini ve de yöntemlerini öylesine mükemmel ortaya koymuş ki; bunun üzerine bize laf etmek düşmez diye düşünüyorum…
JURNALCİLİK, GAMMAZLAMA
Babacan’ın, doğru söylemediğinden emin olduğumuz din konusundaki şikayetlerini, AB Komisyonu’nda dile getirmiş olması, diğer bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti’nden, ağababalarına dert yanması Jurnalcilik ve Gammazlama değilse nedir?
Bunun başka bir adı var ve de olabiliyorsa; bilenler bana da söylesin, ben de bu alandaki kültürümü geliştireyim…
Önemli olduğuna inandığım bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Acaba; Dışişleri Bakanı Babacan’ın söylemek isteyip de henüz söyleyemedikleri:
-Küçücük bebeler, Kuran Kursu adı altında faaliyet gösteren ve Kur’an Dini’nin öğretilmediği izbe yerlere tıkılamıyor.
-Türban başta olmak üzere, sarık, cüppe ve kara çarşaf gibi çağdışı kıyafetler serbestçe giyilemiyor.
-Kılık kıyafet ve diğer konularda erkeğin hegemonyasını kabul etmeyen kadınlar yerlerde sürüklenemiyor, bunlara recm(Bellere kadar toprağa gömülüp, taşlayarak cezalandırma…) uygulanamıyor.
-Herkeslerin gözü önünde namaz kılmayan ve oruç tutmayan imansızlar, kefereler asılarak veya meydanda dövülerek cezalandırılamıyor.
-Atatürk İlke ve Devrimleri’ne olan inanç ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na özde bağlılık yok edilemiyor, dolaysıyla Laiklik de ortadan kaldırılamıyor.
-Mustafa kemal Atatürk ve O’na ait değerlere, tıpkı bazı batılı ülkelerin yaptıkları gibi, istenildiği gibi sövülüp, sayılamıyor…
bunlar mı ki?
Doğrusunu isterseniz içimden böylesi sorular geçmiyor diyemiyorum…
…………………….
İşin başka ve acı bir yönü de; Ülkesi’ni AB’ye şikayet eden şahsın hükümet üyesi olmasıdır… Böyle Devlet Adamlığı olmaz!
Türkiye’yi yönettiklerini iddia edenlerin, gündemi, değiştirmek, toplumun ilgisini başka alanlara çekebilmek ve de Atatürk İlke ve Devrimleri ile Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na inanmış büyük çoğunluğumuzun üzerinde baskı kurmak veya başka herhangi bir amaçla Ülkesi’ni başkalarına şikayet etme lüksüne sahip değildir.
Olamaz da!
Beğenmediğin, yolunda gitmediğini gördüğün hususlar var ise; hükümet sensin, oturur bir güzel düzeltirsin olur biter… Başkalarına, hele AB gibi, Türkiye’yi önce bölüp, parçalamak, sonra da yok etmek isteyen ve bunun için de bölücü terörle bile işbirliği yapan emperyalizmin maşalarına Jurnalleme, asla bir hükümet üyesine yakışmamıştır.
Bir başka garabet daha var ki; o hepten kepazeliğin daniskası.
Gerek RTE’nin, gerekse AKP ve Zihniyeti mensubu bir kısım kurmayların, yurtdışında kapalı kapılar ardında, basına kapalı yaptıkları ve hiçbir tutanağın tutulmasına izin verilmediği toplantılarda neler konuşuluyor dersiniz?
Ülke için ne biçim sözler söyleniyor ve neler taahhüt ediliyor olabilir? Tahminde bile bulunmak insanın içini ürpertmeye yetiyor da artıyor bile…
Doğrusunu isterseniz, ben Babacan’ın yaptıklarından ve söylediklerinden utandım. Yüzüm kızardı. Umarım bu duyguları kendisi de yaşamıştır… Ama, pek sanmıyorum…
SÖYLENENLER DOĞRU DEĞİL
Türkiye’deki Müslüman çoğunluğun dininin gereklerini özgürce yapamadıkları iddia ve söylemlerinin tamamı yalandır. Bir kez daha söylüyorum ki; bu tür iddialar ortalığı karıştırmak ve de suyu bulundurmaktan başka hiçbir amaca yönelik olamaz diye düşünüyorum.
Bugüne değin, ibadetini yapan kişi yada toplulukların engellendiği, özgürce ibadette bulunmalarının önüne geçilmeye çalışıldığı görülmemiştir. Ülkenin herhangi bir yerinde, bir kısım insanlarımızın Camilere sokulmaması gibi bir durum da yaşanmamıştır.
Ayrıca, bugün için ülke genelinde, yaklaşık olarak 80 bin Cami’nin yanı sıra sadece 60 bin okul olduğunu, 575 Kahvehane’ye karşılık da sadece 1450 kadar kütüphane bulunduğu gerçeğine baktığımızda; ibadethane olarak yapılmış Camilerin birinci sırada bulunduğu hemen fark ediliyor…
Bununla birlikte; bir Müslüman’ın ibadet edebilmesi için; Cami, ‘Olmazsa Olmaz!’ şartı değildir. İbadet etmek isteyen her Müslüman için, Yüce Allah, yeryüzünü ibadethane kıldığını emretmektedir. İlla ki Cami, Mescit veya başkaca bir ad altında bir mekan aramak, oyunu çamur sahaya çekmekten başka bir anlam taşımaz… Bunun adı Dindarlık değil, aksine Dinci’liktir. Dini kullanmak ve dolaysıyla da siyasi amaçlarına alet etmek demektir…
AB ŞARLATANLARI BİLE…
Gerçekler gün gibi ortada dururken; Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın, Türkiye’yi, AB Komisyonu’nda şikayet eder tarzda konuşması bizleri üzmüştür.
AB Şarlatanları’nın Türkiye’nin içişlerine karışır vaziyette ve zamanla yaptıkları konuşmaların bile büyük rahatsızlık yaratmasının ardından; Dışişleri Bakanı’nın malum açıklamaları şok etkisi yaratmıştır.
Bu tür jurnalcilik ve gammazlamalar Damat Ferit Hükümetleri döneminde bile olmamıştır dersem yanılmış olmam.
AB Komiserleri’ne boşuna mı kızıyoruz dersiniz?
Onların ileri-geri konuşmaları bile bizleri böylesine olumsuz etkilememişti. Köpektir, havlar geçer demiştik. Ama bu farklı…! Konuşan Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı…! Acı olanı da bu zaten…!
Hükümeti oluştururken yapılan görevlendirmelerde; ‘Devlet Adamlığı’ kriterinin ne denli önemli olduğu bir kez daha kendini göstermiştir.
Hep söyledim ve de sıkça yazdım… Devlet Adamlığı ciddi iştir… Sorumluluğu da büyüktür!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
www.cengizonaltarakcioglu.comconal@ulusgazetesi.comcengizonal.tarakcioglu@gmail.com