10 Mart 2008 Pazartesi

NANKÖR

Bir yandan yalvar yakar olundu, diğer yandan da ABD, ‘Yürü bre!’ dedi ve nihayet Talabani Ankara’ya geldi.
Çalışma ziyareti adı verilen malum ziyaret, 7 Mart 2008 Cuma günü başladı. Yazımı kaleme aldığım saatlerde, bitişi hakkında henüz bilgi sahibi olamadığım ziyaret, Ankara’da siyasi otorite tarafından oldukça önemsenmekte. En azından böyle bir görüntü verilmekte.
Neden mi?
Nedenler hakkındaki görüşlerimi, yazımın içinde sizlerle paylaşmaya çalışacağım:
***
Düne kadar, ‘Türkler’e bir Kürt kedisi bile vermem’ diye efelenen birisi, bugün Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın resmi davetlisi olarak Ankara’ya bir çalışma ziyaretinde bulunmaktadır.
İşin garibi, önceden de yazdığım gibi, kısa bir süre önce, malum ziyaret için resmi davette bulunuldu. Ancak, Talabani, dünya medyası önünde ve çirkin bir yüz ifadesiyle, Türkiye Cumhurbaşkanı’nın davetini reddettiğini açıladı. Açıklama sırasında ve ekranlardan izleyebildiğim kadarıyla, içinde bulunduğu ruh halinden oldukça da mutlu olduğu anlaşılıyordu.
Kolay mı? Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülke Cumhurbaşkanı’nın resmi davetini geri çevireceksin… Bu efelenmek beyefendiyi çok mutlu kılmıştı…
***
Tam bu teklifin yapıldığı ve hemen de geri çevrildiği günlerde Irak’ın kuzeyinde, Talabani ve şürekası tarafından ve ABD’den alınan destekle, kasıtlı olarak barındırılan hainlere ve bölücü terör örgütüne yönelik ve Güneş Operasyonu adı verilen Kara Harekatı başladı.
Başta Talabani olmak üzere, Irak’ın kuzeyine çöreklenmiş Barzani ve sözde Kürt yönetiminde panikleme baş gösterdi. Abuk sabuk açıklamalar dünya medyasına verilmeye başlandı. Kısa bir süre önceki efelenmeler ve kabadayılıklar yerini, kuyruğunu kıstırıp kaçarcasına veya bir kovuğa sinercesine görüntülere bıraktı.
Bu noktada hemen ABD’nin cevvalleri çıktı sahneye. Baktılar ki iş kötüye gidiyor, sıkıntı gittikçe artıyor; önceden kurgulanıp, planlanmış hareketleri uygulamaya koyuldular.
İlk talimat Talabani’ye verildi. ‘Hemen Ankara’ya gidilecek!’. Arkasından da; Ankara’dan Irak’a bir heyet ve özel temsilci gönderilmesi ricasında bulunuldu. Aynen de böyle oldu. Başbakanlık’tan bir heyet ve Başbakan’ın Danışmanlarından Ahmet Davutoğlu Bağdat’a gitti. Basına yansıdığı kadarıyla da; Cumhurbaşkanı’nın resmi davetini Talabani nezdinde yineledi… Gelinen nokta ortada. Nihayet, Talabani’nin, Ankara’ya Çalışma Ziyareti gerçekleştirildi.
Herkesler, işgüzarlığa soyundu. Hatta, Çankaya’da, medyamızı bilgilendirme toplantısı bile yapıldı. Öyle ya; Irak konusunda sıcak ve sevimli hususlar yazılıp çizilmeliydi. Bu tam da işbirlikçi medyaya uyar bir husustu… Öyle de oldu!
***
Talabani kimdir? Kısaca bir göz atalım:
-Ülkesi ABD’nin işgali altında olan,
-Irak’ın dört bir yanında patlatılan bombalarla, her gün 60-70 vatandaşı ölen,
-Mezhep çatışmaları en üst düzeye çıkmış olan ve her gün daha da artan,
-Ülkesinin, hemen bütün ihtiyaçlarının ağırlıkla temin edildiği en yakın komşularından birisini tedirgin etmek, bölüp, parçalayıp sonra da yok etmek isteyenlere tam destek sağlamak amacıyla bölücü terörü ve hainlerin Irak’ın kuzeyinde barınmasına imkan sağlayan,
-ABD Ordusu’na ait silahların, Iraklı Kaçakçılar tarafından ABD’li askeri personelden satın alınıp, bölücü terörün eline geçmesine göz yuman,

birisidir…

Merak ettiğimiz konu ise; Türkiye Cumhuriyeti Devlet adamları ise bununla neyi konuşacak, hangi önemli konuda fikir alış-verişinde bulunacak?
***
Ankara hükümeti bir beklenti içine girmiş… Talabani, daha önce söylediği ‘PKK Ortak Beladır!’ açıklamasını Ankara’da daha bir güçlü söyleyebilecekmiş… Bundan bayağı medet umulur noktaya gelinmiş.
Halbuki, dışarıya sızan haberlere göre; Talabani, ABD’nin direktifiyle, Türk yetkililere, ‘Hainlerle El Sıkışın!’ diyecekmiş…
Ankara’daki ilk basın toplantısında, Kürt Kedisi polemiğini soranlara, ‘Türkler’e bir Irak kedisi bile vermem’ diye söyledim deyip, Irak’taki efelenmesinden böylesine çark ederek, ilk kıvırtma örneğini verdi…
ABD, bir yandan, ‘Teröristlerle masaya oturmayız. Türkiye’nin de oturması beklentisinde değiliz.’ diyor; öte yandan da, Talabani gibi, Türkiye nezdinde sicili pek temiz olmayan birisini Ankara’da görevlendirerek, Türkiye’ye, ‘Hainlerle El sıkışılması gerektiği…’ mesajını iletme gayretine soyunuyor… Bunu ABD yönetimi inkar etse bile, ADB ordusunun en üst düzey generalleri dillendiriyor. Bu generallerin ADB yönetiminin bilgisi dışında böylesi konuşmasına imkan var mı? Elbette ki; yok!
***
Bir zamanlar, Irak’ta bir köşeye sıkışmış ve sığındığı mağaradan burnunun ucunu dahi dışarı çıkarma imkanına sahip olamayan bu çapsız ve NANKÖR Talabani, Türkiye Cumhuriyeti’nin, -hangi akıl sahibinin işiyse-, kendisine verdiği Diplomatik Pasaport(Kırmızı Pasaport)’la, bulunduğu mağaradan ve Irak sınırlarından dışarıya çıkabilme özgürlüğüne kavuşup, dünyaya dolaşma imkanına sahip olmuş bu Talabani NANKÖR’ü, Ankara’da kırmızı halılarla karşılanmıştır.
Ayrıca, uçağa binebiliyor, ayağı yanık kedi gibi dünyanın dört bir yanını dolaşabiliyor olmasına karşın; ancak sıra Anıtkabir Ziyareti’ne geldiğinde; hastalığını bahane edip, Atatürk’ün Manevi huzura çıkmıyor. Sadece Misak-ı Milli Kulesi’ne geçip, özel deftere birkaç şeyler karalayıp, imzalamakla yetiniyor…
Hastaymış; hadi canım sen de...!
Türk yetkililer de; tıpkı İran Cumhurbaşkanı ve Sudan devlet başkanının ziyaretlerinde olduğu gibi, ağızlarını açıp, tek kelime dahi etmiyor, edemiyorlar! Niye etsinler ki; belki işlerine bile geliyordur…
Mustafa Kemal Atatürk gibi bir lider yetiştirmiş ve O’nun sayesinde Milli Mücadele’yi başarıyla sürdürmüş, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı, dünyayı bile şaşırtacak büyük bir zaferle taçlandırmış ve sonuçta da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türk Ulusu’nu yönetecek hükümet ve devlet adamlarının, çok daha duyarlı olmaları ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışılamaz ilkeleriyle bire bir örtüşen davranışlar sergilemeleri elbette ki en doğal beklentimizdir.
Komşularımızla iyi geçinmek gerek, kimseyle kavga etmeden barış içinde yaşamak, dünya barışına katkıda bulunmak, huzursuzluk çıkaran ülke olmamak vb gibi havadan sudan sebepleri mesnet göstererek Türk Ulusu’nu madara etmenin hiç anlamı yoktur… Olamaz da!
Atatürk’ün, ‘Uluslar egemenliklerini geçici bile olsa bırakacağı Meclisler’e dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü Meclisler bile; despotluk yapabilir, ve bu despotluk, bireysel despotluktan çok daha tehlikeli olabilir. Meclisler’in öyle kararları olabilir ki; bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir…’ şeklinde ve bugünün yapısına uygun düşen bu sözünün ne denli anlamlı olduğu bir kez daha kanıtlanmış olmaktadır…

conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com

Hiç yorum yok: