30 Mayıs 2008 Cuma
GAZETECİ–YAZAR EMİN ÇÖLAŞAN İLE SÖYLEŞİ
Bu hafta, yıllarını gazeteciliğe vermiş ve basılmış bir çok kitabın yazarı Emin ÇÖLAŞAN ile Gazetemiz Yazı İşleri Müdürü Cengiz ÖNAL bir söyleşi yaptı.
Söyleşi’de, ÇÖLAŞAN’ın ULUS Gazetesi hakkında ve geçmiş yıllara ilişkin görüşleri ve anıları ile Ülke’nin içine düşürüldüğü bugünkü şartlar konusundaki düşünceleri üzerinde duruldu.
İçinde bulunduğumuz ve sürekli gerilimle geçen bugünlerde, Siyasi İktidar’ın kasıtlı olarak yarattığına inandığımız gerilim politikası ve buna dayalı İnatlaşma gayretlerinin etkileri, Türk Ulusu üzerine maalesef çöreklenmiş vaziyettedir.
Emin ÇÖLAŞAN’la bunları konuşmaya ve bu konulardaki değerlendirmelerini öğrenmeye çalıştık.
Büyük çoğunluğumuzun, gerek gazetedeki yazılarından , bir kısmımızın da hem yazıları, hem de kitaplarından tanıdığımız Emin ÇÖLAŞAN’ın ULUS GAZETESİ hakkındaki düşünceleri ile Türkiye’nin bugünkü durumu konusundaki görüşlerini, siz okurlarımızla da paylaşmak istedik.
Bu itibarla; söyleşiyi aşağıda sizlere sunuyoruz.
C. ÖNAL- Efendim, ULUS Gazetesi adına ziyaretinize geldik. ULUS Gazetesi, sizin de yakından bildiğiniz gibi; İrade-i Milliye ile Sivas’ta başlayıp, Ankara’da Hakimiyet-i Milliye ve sonra da ULUS adını alan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün emaneti olarak bilinen bir gazete.
Siz yıllarınızı bu işe verdiniz, bilinen yazar kimliğinizle gönlümüzde büyük yer ettiniz. Sizin ağzınızdan ULUS Gazetesi hakkındaki değerlendirmenizi alabilir miyiz?
E. ÇÖLAŞAN- ULUS, tabii ki benim çocukluğumun gazetelerinden biriydi. Yani şöyle ki; 1950’li yıllarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin yayın organı olan ULUS GAZETESİ, Demokrat Parti döneminde de ZAFER Gazetesi’yle birlikte de bizim evimize girerdi. Yanılmıyorsam bir de Cumhuriyet gelirdi.O zamanlar ben de ortaokul çağlarındayım.
Eve getirilen gazetelerden biri olan ULUS’u da dikkatlice okurdum. Dedem Refik Şevket İnce Demokrat Parti döneminde Bakan’dı. O dönemde Demokrat Parti’li olmamıza rağmen üç gazete de evimize girerdi. ULUS Gazetesi’ni o yıllardan buyana bilirim.
ULUS GAZETESİ’NİN TARİHİ ÇİZGİSİ
ULUS Gazetesi’ni önce; Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nin bir devamı olarak, sonra da bir siyasi parti organı olarak görüyorum. Ayrıca ulusalcı çizgide bir yayın organı olarak da biliyorum.
Dolayısıyla toplumumuzun magazine, daha doğrusu baldır bacak olayına yöneldiği günümüzde, hem yazılı hem görsel basında, özellikle ULUS ve onun gibi gazetelere ihtiyaç var. Bunu kesinlikle de biliyor ve de görüyorum.
ULUS’u sağlam ve ulusalcı bir çizgide yürütmek gerekir. Fakat, medyanın böylesine yozlaştığı bir ortamda, ULUS gibi bir gazeteyi sağlam bir biçimde yürütmenin zor olduğunu da kabul ediyorum. İçinde olmasam, yaşamasam bile tahmin ediyorum.
MEDYA’DA PARASAL GÜÇ DÖNEMİ
C. ÖNAL-Ulusalcı çizgideki ULUS Gazetesi’nin gelişmesi ve etkin bir yayın organı haline ulaşabilmesi konusundaki düşünceleriniz nelerdir?
E. ÇÖLAŞAN-Günümüzde medya büyük patronların, para babalarının esiri olmuş durumda. Yani bugünkü para babalarının durumuna baktığımız zaman; görünen manzara şöyle: Medya sektöründe, gerek televizyonları, gerekse gazeteleri olan insanların tamamının, holdingleri, bankaları olan ve özelleştirme ihalelerinden yüzlerce trilyonluk pay kapan, ayrıca akaryakıt şirketleri, iletişim şirketleri olan insanlar olduklarını hemen fark edersiniz. Bunların tamamının da hükümetle göbek bağları vardır.
İçinde olduğum için biliyorum; geçmişteki koalisyon dönemlerinde bugünkü kadar korkmazlardı. Şimdi korkuyorlar!
Niye?
Çünkü, geçmişte koalisyon ortaklarından birinin üzerine gidildiği zaman ya da ortak eleştirildiği zaman patronlar bilirlerdi ki öteki kanat onlara arka çıkacaktır…
Fakat, ne zamanki AKP, Kasım-2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu; patronlar, iktidarın faaliyetlerini gördükçe; tek parti iktidarından gözlerini korktu. Bugünkü basının genel sorunu budur.
MUHALİFE BASKI-YOK ETME
C. ÖNAL-AKP ve Zihniyeti iktidarına muhalif olan medya hakkında ve özellikle de Kanaltürk konusunda neler söylemek istersiniz?
E. ÇÖLAŞAN-Bugün iktidara muhalif yayın yapan veya ulusalcı çizgisini sürdüren gazetelerin ve de televizyonların sayısı beşi aşmaz.
Televizyon kanalı olarak, en son Kanaltürk vardı, onu da yıktılar ne yazık ki… Kanaltürk de Fethullahçı ekibe satıldı gitti. O da kapandı, o da bitti…
Bu durumda; Atatürkçü Anlayış’taki, laiklikten yana olan gazetelere ve televizyonlara da çok büyük bir görev düşüyor. Tabii ki o görevi yerine getirmesi gerekenlerden biri olarak da ULUS Gazetesi’ni görüyorum.
Ama, çok büyük zorluklarla boğuşacak, çok büyük zorluklarla baş etmek zorunda kalacaksınız. Çünkü arkanızda büyük para gücü, büyük medya patronları yok… İslamcı sermaye yok… AKP sermayesi yok…
Dolayısıyla bu zorlu bir süreçtir. Yani, umarım bu süreçten alnınızın akıyla çıkmayı başarırsınız. Benim bütün dileğim budur.
AKP VE ZİHNİYETİ İKTİDARI
C. ÖNAL- Bize, AKP ve Zihniyeti’nin iktidarda bulunduğu günümüz Türkiyesi’ni değerlendirebilir misiniz? Sizin bakışınızdan gözüken Ülkemiz’i ULUS okurlarına sunabilir miyiz?
E. ÇÖLAŞAN-Günümüz Türkiye’si şudur: Bugün Türkiye’yi yöneten iktidar gücü, elinden gelse, yani bizler, bizim gibi düşünen insanlar olmasa, Türkiye’yi İran gibi yaparlar. Bu kesin! Fakat bu ellerinden gelmiyor…
Bunlarında gücü bir yere kadar.
Son zamanlarda; karşılarında Türk Silahlı Kuvvetleri var. Sapasağlam bir kurum var. Milyonlarca Atatürkçü insanımız var. Kimileri, bu sayıyı az zanneder ama o sayıyı, zannedildiği gibi az değildir.
Atatürkçü, laik, çağdaş ve yurtsever Türk insanı var. Sivil Toplum Kuruluşları var. Ama, ne yazık ki biz, yani bu anlatmaya çalıştığım gücümüz, örgütlü değiliz. Yani bizim tek eksiğimiz örgütlü olmayışımız. Tek ses veremiyoruz!
İşin bir başka acı tarafı da; mesela bizim tarafımızda olan sivil toplum kuruluşlarının da birbiriyle itilaflı olduğunu görmektir.
Tuncay Özkan olayında, Kanaltürk olayında da yaşadık bunu maalesef. Yani bir takım kimseler bizim insanlarımızdır bizim gibi düşünen insanlardır. Ancak, en küçük bir konuda bile birbirlerine giriyorlar. Dolayısıyla birlik, beraberlik içinde bir araya gelip de arzu edilen o büyük gücü oluşturmakta sorunlarımız oluyor…
Türkiye de yaşadığımız şu kargaşaya bir bakın!, Anayasa Mahkemesi’ndeki davalar açısından baktığımızda; Hukuk Sistemi’nin çöktüğünü görüyorum. Hukuk Sistemi’ne, gerek içeriden, gerekse dışarıdan çok yoğun baskı var.
Yurtiçinden yapılan baskılar AKP tarafından geliyor. AKP kapatılmasın diye daha da kötüsü ve utanç vericisi olanı yurt dışından gelen baskılar. ABD ve AB organize bir şekilde Anayasa Mahkemesi’ne emir, direktif veriyor. Oradaki üyelerin acaba kaç tanesi yurt dışından ve içinden gelen tepkilere boyun eğecek çok merak ediyorum. Bunu zaman gösterecektir…
TÜRKİYE DIŞARIDAN YÖNETİLİYOR
Türkiye’de hukuk sistemi çökertilmiş, yasalar hatta anayasa, yurt dışı nasıl isterse o biçimde şekillendiriliyor. Çünkü başımızdaki iktidar AKP iktidarı. Bunlar, yurt dışının bir şubesi gibi… Yani yurt dışı deyince de ABD ve AB’yi kastediyorum.
Allahtan ki; şu ana kadar Afrika ve Asya henüz ses çıkartmıyor. Onlar bize karışmıyorlar. Ama gün gelip onlar da karışmaya başlarlarsa; yandı gülüm keten helva. Latin Amerika ve Avustralya gibi olanlar da pek karışmıyorlar Türkiye’ye. Ama bir de onlar karışmaya başlarsa hapı yuttuk demektir.
Dolayısıyla ekonomi bitmiş. Adı konulmamış bir kriz sürüp gidiyor. Esnaf bitmiş, memur işçi vs hepsinin hali içler acısı. İşsizlik almış başını gitmiş. iki buçuk milyon işsiz saatli bomba gibi patlamaya hazır durumda sokaklarda dolaşıyor. Böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz. İşte böyle bir durumda AKP iktidarının tutunacağı tek dal var.
Nedir?
O da din ticareti, din sömürüsü… işte sıkma baş dediğimiz türban vesaire, Anayasa’nın o doğrultuda değiştirilme gayretleri, tarikatlarla işbirliği olayı, şeriatçı cemaatlerin korkunç para sahibi ve de AKP’ye destek sağlıyor olması, Türkiye’yi yiyip bitiren bir kansere dönüştürdü.
Çünkü bunların kendilerince bütün sorunlarını para gücüyle hallediyorlar. Yaptıkları her işte, attıkları her adımda, girdikleri her ihale de yolsuzluk var.
Belediyelere bakın. Bunların pek çoğu AKP’nin elinde. İddia ediyorum Türkiye’de hırsızlığın, yolsuzluğun en büyük kaynağı belediyelerdir, belediye şirketleridir.
Özellikle hiçbir yer, hiçbir makam tarafından denetlenmeyen belediye şirketleri, yolsuzluğun, usulsüzlüğün yapıldığı yerlerdir.
Kamu Kurumları keza öyle… Yani vurulan her kazmada cukka var, avanta var, yolsuzluk var. Böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz.
İSLAM DİNİ’Nİ KULLANIYORLAR
Şimdi bunların tek dayanakları olan dal, biraz önce de söylediğim gibi; din sömürüsü. Bütün mesele burada yatıyor. Bakın başka hiçbir olumlu iş yoktur. Büyük yatırım yoktur, bulamazsınız.
Türkiye peşkeş çekilmiştir ve çekilmektedir. Yabancı sermaye ve kendi yandaşları olan sermaye, bütün bu olanlar en kolay yoldur. Bugüne kadar hiçbir iktidar bu yola sapmadı.
Yani Türkiye’nin elinde ne varsa satıp yok ediyorlar. Dertleri kendilerini kurtarmak. Limanlar, otoyollar, fabrikalar, nehirlerimiz ve hatta ormanlarımız hepsi satılık.
Kime?
Elbette ki kendi adamlarına!
Türkiye’de bütün sistem alt üst olmuş, bunlar inişe geçtiler artık. Şunu görüyorum ki; Türkiye’de bir iktidar inişe geçerse bir daha toparlanamaz. Hikaye budur…!
Bekleyeceğiz ve ne olacağını hep birlikte göreceğiz.
C. ÖNAL- Efendim, bize zaman ayırdığınız ve gerek ULUS Gazetemiz ve gerekse Türkiye’nin içine çekildiği bugünkü durum ile sürüklenmeye çalışıldığı ortaçağ karanlığı konusundaki görüşlerinizi bizimle ve dolaysıyla ULUS Okurlarıyla paylaştığınız için teşekkür ederiz…..
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
29 Mayıs 2008 Perşembe
ANAYASA MAHKEMESİ NE YAPIYOR?
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın, ‘Laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu’ gerekçesiyle ve AKP’nin Kapatılması istemiyle, Anayasa Mahkemesi’nde açtığı davadan sonra, gözler, doğal olarak Yüksek mahkeme’ye çevrildi. Bundan sonra işleyecek süreç, çeşitli kaynaklardan bilgi olarak Türk Ulusu’na aktarıldı. Konu hakkında hukukçularımız konuştular, gerekli ve yeterli açıklamaları yaptılar…
Anayasa Mahkemesi, davayı kabul ettikten sonra, Raporu’nu hazırlaması için, Raportör’e talimatı verdi. Raportör, yaklaşık bir aylık bir süre içinde raporunu hazırlayacak ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na sunacaktı. Prosedürün böyle işleyeceğine dair bilgiler, hepimizin yakından izlediği gibi, topluma servis edildi.
PEŞİN HÜKÜM SAHİBİ
Olayların bundan sonraki gelişmesi ilgi çekmeye başladı. Dava’nın verildiği raportör, geçmişten ve görüşlerinden dolayı bilinen birisiydi.
Kimdi bu raportör?
Anayasa Mahkemesi’nin onlarca raportöründen birisi olan Osman Can…
.......................
Raportör Osman Can, kendine tanınan süre içinde raporunu hazırlayıp, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na verdi.
Rapor’un içeriği, dışarıya sızdığı kadarıyla, davanın reddi yönündeydi. Zaten kamuoyuna da, kısa bir süre sonra, gerekli açıklama bir şekilde yapıldı.
Yani, raportöre göre, Anayasa Mahkemesi, kendisine tevdi edilen talepleri içerik yönünden değil, şekil yönünden incelerdi. Talep edilen hususun da; Anayasa’ya uygun olup/olmadığının tespiti, raportör Osman Can’a göre, Anayasa mahkemesinin görevi değildi.
Raporun bağlayıcılığı olmamakla birlikte, bu gelişmelerden sonra Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar merakla bekleniyor.
Ancak, Osman Can konusunda söylenecekler henüz bitmedi.
Fatih Altaylı, Habertürk İnternet Sitesi’ndeki köşesinde, 22 Mayıs 2008 tarihinde yayınladığı bir yazısında; Osman Can’ın, yukarıda sözü edilen rapora yazdığı görüşlerini, bir yıl kadar önce, bir dergide yayınladığını açıkça yazdı.
Osman Can’ın, görüşlerinin çok iyi bilindiği için, AKP’nin Kapatılması Davası’nın Raportörlüğü’nün kendisine verildiği şeklindeki iddia da; aynı yazıda yer almaktadır...
Bu durumda; malum dava için, onlarca raportörün içinden, özellikle Osman Can’ın seçilmiş ve görevlendirilmiş olmasını bir rastlantı olarak mı kabulleneceğiz?
Yoksa; davanın kararı peşin verilmiş de; usulen olayın gerekli sürecinin tamamlanmasına mı çalışılmaktadır?
Bu konularda, Anayasa Mahkemesi’nce gerekli açıklama yapılmasının, Türk Ulusu’nun aydınlatılması açısından yararlı olacağını düşünüyorum.
BAŞKAN’IN AÇIKLAMASI
AKP’nin Kapatılması istemiyle açılan dava, bir anda bütün dikkatlerin, Anayasa Mahkemesi üyelerine çevrilmesine neden oldu. Üyeler hakkında ileri-geri yorumlar yapıldı. Siyasi görüşlerine ilişkin tahminler yapılarak, çeşitli iddialar ortaya atıldı.
Hatta, Yüksek Mahkeme’nin Başkanvekili ve aynı zamanda da üyesi olan Osman Paksüt’ün, kendisinin, yaklaşık iki aydan bu yana takip edildiğini ve durumu da Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bildirdiğini, ancak açıklamanın yapıldığı ana kadar da herhangi bir işlem yapılmadığını açıklaması, kafaları iyiden iyiye karıştırdı.
ULUS GAZETESİ’nin, 19 Mayıs 2008 tarihinde yayınlanan sayısında, bu konu ayrıntılı bir şekilde irdelenmişti. Yapılanların, Yargı’ya baskı anlamı taşıdığı ve bunun da; bir şekilde bir sindirme-yıpratma olduğu yazıldı…
Bütün bu gelişmeler esnasında; Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan gelen başka bir açıklama, zaten karışmış durumdaki kafaları, iyice arı kovanına dönüştürdü.
Başkan Haşim Kılıç, kamuoyuna servis edilmiş bilgilerin yarattığı karmaşa üzerine, Referans Gazetesi’ne, 19 Mayıs 2008 tarihinde verdiği bir beyanatta, ‘…inanın çıkacak karar ne olursa olsun, göreceksiniz hem demokrasimiz, hem laikliğimiz ve hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil…’ dedi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, kendilerini ve başında bulunduğu Yüce Mahkeme’yi ilgilendiren konularda nasıl açıklama yapacağı, tamamen kendisini ilgilendiren bir husustur.
Ancak, Başkan Kılıç tarafından söylendiği yazılan yukarıdaki sözlerin satır aralarına baktığımızda; ‘Demokrasimizin, Laikliğimizin ve de Hukuk Sistemimizin’ ifadelerinin, şu an içinde bulundukları bir sıkıntıyı işaret ettiği algılanıyor gibi…
Yani, bugün için Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Sistemi zor durumlara düşmüş de; Anayasa Mahkemesi’nde görüşülüp, karara bağlanacak AKP’nin Kapatılması davasından sonra mı esenliğe kavuşacaktır?
Başkan Kılıç’ın vermeye çalıştığı mesaj bu mudur?
SULAR DAHA DA MI BULANDIRILIYOR?
Haşim Kılıç’ın açıklaması, raportör Osman Can’ın görevlendirilmesindeki kuşkudan dolayı, bana oldukça manidar geldi.
Bugün için ne Demokrasi, ne Laiklik ve ne de Hukuk Sistemi’nde herhangi bir sıkıntı bulunmuyor. Sadece özellikle yaratılan sıkıntılar öne çıkarılmaya çalışılıyor...
Bunlardaki sıkıntıyı yaratan ve dolaysıyla da yeniden ele alınmasında yarar gördükleri mesajını, sürekli olarak, topluma pompalamaya çalışan, AKP ve Zihniyeti’dir.
Çünkü, bu sistemlerin çağdaş yapısı, malum Zihniyet’in, istedikleri gibi hareket etmesinin önünde önemli bir engeldir.
Son olarak kamuoyuna sunulan Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi ile Danıştay Başkanlar Kurulu tarafından yapılan ve bu Bildiri’yi destekleyen açıklamanın ortaya çıkma sebebi de; Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Sistemi gibi unsurlara, dolaysıyla da Yargı’ya, içeriden ve dışarıdan kasıtlı olarak yapılan baskılardır…
Açıklama’ya gelen desteklerin tamamı, Yargı’yı Sindirme, Baskı altında tutma ve siyasallaştırma gayretlerine karşı gösterilen tepkilerdir…
Bu gelişmeler çerçevesinde bakıldığında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç tarafından, geçen hafta yapılan açıklama, sizce de düşündürücü değil mi?
Bize, suları yeniden bulandırma gayretleri gibi geliyor.
Bekleyip, hep birlikte göreceğiz…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Anayasa Mahkemesi, davayı kabul ettikten sonra, Raporu’nu hazırlaması için, Raportör’e talimatı verdi. Raportör, yaklaşık bir aylık bir süre içinde raporunu hazırlayacak ve Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na sunacaktı. Prosedürün böyle işleyeceğine dair bilgiler, hepimizin yakından izlediği gibi, topluma servis edildi.
PEŞİN HÜKÜM SAHİBİ
Olayların bundan sonraki gelişmesi ilgi çekmeye başladı. Dava’nın verildiği raportör, geçmişten ve görüşlerinden dolayı bilinen birisiydi.
Kimdi bu raportör?
Anayasa Mahkemesi’nin onlarca raportöründen birisi olan Osman Can…
.......................
Raportör Osman Can, kendine tanınan süre içinde raporunu hazırlayıp, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na verdi.
Rapor’un içeriği, dışarıya sızdığı kadarıyla, davanın reddi yönündeydi. Zaten kamuoyuna da, kısa bir süre sonra, gerekli açıklama bir şekilde yapıldı.
Yani, raportöre göre, Anayasa Mahkemesi, kendisine tevdi edilen talepleri içerik yönünden değil, şekil yönünden incelerdi. Talep edilen hususun da; Anayasa’ya uygun olup/olmadığının tespiti, raportör Osman Can’a göre, Anayasa mahkemesinin görevi değildi.
Raporun bağlayıcılığı olmamakla birlikte, bu gelişmelerden sonra Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar merakla bekleniyor.
Ancak, Osman Can konusunda söylenecekler henüz bitmedi.
Fatih Altaylı, Habertürk İnternet Sitesi’ndeki köşesinde, 22 Mayıs 2008 tarihinde yayınladığı bir yazısında; Osman Can’ın, yukarıda sözü edilen rapora yazdığı görüşlerini, bir yıl kadar önce, bir dergide yayınladığını açıkça yazdı.
Osman Can’ın, görüşlerinin çok iyi bilindiği için, AKP’nin Kapatılması Davası’nın Raportörlüğü’nün kendisine verildiği şeklindeki iddia da; aynı yazıda yer almaktadır...
Bu durumda; malum dava için, onlarca raportörün içinden, özellikle Osman Can’ın seçilmiş ve görevlendirilmiş olmasını bir rastlantı olarak mı kabulleneceğiz?
Yoksa; davanın kararı peşin verilmiş de; usulen olayın gerekli sürecinin tamamlanmasına mı çalışılmaktadır?
Bu konularda, Anayasa Mahkemesi’nce gerekli açıklama yapılmasının, Türk Ulusu’nun aydınlatılması açısından yararlı olacağını düşünüyorum.
BAŞKAN’IN AÇIKLAMASI
AKP’nin Kapatılması istemiyle açılan dava, bir anda bütün dikkatlerin, Anayasa Mahkemesi üyelerine çevrilmesine neden oldu. Üyeler hakkında ileri-geri yorumlar yapıldı. Siyasi görüşlerine ilişkin tahminler yapılarak, çeşitli iddialar ortaya atıldı.
Hatta, Yüksek Mahkeme’nin Başkanvekili ve aynı zamanda da üyesi olan Osman Paksüt’ün, kendisinin, yaklaşık iki aydan bu yana takip edildiğini ve durumu da Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bildirdiğini, ancak açıklamanın yapıldığı ana kadar da herhangi bir işlem yapılmadığını açıklaması, kafaları iyiden iyiye karıştırdı.
ULUS GAZETESİ’nin, 19 Mayıs 2008 tarihinde yayınlanan sayısında, bu konu ayrıntılı bir şekilde irdelenmişti. Yapılanların, Yargı’ya baskı anlamı taşıdığı ve bunun da; bir şekilde bir sindirme-yıpratma olduğu yazıldı…
Bütün bu gelişmeler esnasında; Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’tan gelen başka bir açıklama, zaten karışmış durumdaki kafaları, iyice arı kovanına dönüştürdü.
Başkan Haşim Kılıç, kamuoyuna servis edilmiş bilgilerin yarattığı karmaşa üzerine, Referans Gazetesi’ne, 19 Mayıs 2008 tarihinde verdiği bir beyanatta, ‘…inanın çıkacak karar ne olursa olsun, göreceksiniz hem demokrasimiz, hem laikliğimiz ve hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil…’ dedi.
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, kendilerini ve başında bulunduğu Yüce Mahkeme’yi ilgilendiren konularda nasıl açıklama yapacağı, tamamen kendisini ilgilendiren bir husustur.
Ancak, Başkan Kılıç tarafından söylendiği yazılan yukarıdaki sözlerin satır aralarına baktığımızda; ‘Demokrasimizin, Laikliğimizin ve de Hukuk Sistemimizin’ ifadelerinin, şu an içinde bulundukları bir sıkıntıyı işaret ettiği algılanıyor gibi…
Yani, bugün için Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Sistemi zor durumlara düşmüş de; Anayasa Mahkemesi’nde görüşülüp, karara bağlanacak AKP’nin Kapatılması davasından sonra mı esenliğe kavuşacaktır?
Başkan Kılıç’ın vermeye çalıştığı mesaj bu mudur?
SULAR DAHA DA MI BULANDIRILIYOR?
Haşim Kılıç’ın açıklaması, raportör Osman Can’ın görevlendirilmesindeki kuşkudan dolayı, bana oldukça manidar geldi.
Bugün için ne Demokrasi, ne Laiklik ve ne de Hukuk Sistemi’nde herhangi bir sıkıntı bulunmuyor. Sadece özellikle yaratılan sıkıntılar öne çıkarılmaya çalışılıyor...
Bunlardaki sıkıntıyı yaratan ve dolaysıyla da yeniden ele alınmasında yarar gördükleri mesajını, sürekli olarak, topluma pompalamaya çalışan, AKP ve Zihniyeti’dir.
Çünkü, bu sistemlerin çağdaş yapısı, malum Zihniyet’in, istedikleri gibi hareket etmesinin önünde önemli bir engeldir.
Son olarak kamuoyuna sunulan Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi ile Danıştay Başkanlar Kurulu tarafından yapılan ve bu Bildiri’yi destekleyen açıklamanın ortaya çıkma sebebi de; Demokrasi, Laiklik ve Hukuk Sistemi gibi unsurlara, dolaysıyla da Yargı’ya, içeriden ve dışarıdan kasıtlı olarak yapılan baskılardır…
Açıklama’ya gelen desteklerin tamamı, Yargı’yı Sindirme, Baskı altında tutma ve siyasallaştırma gayretlerine karşı gösterilen tepkilerdir…
Bu gelişmeler çerçevesinde bakıldığında, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç tarafından, geçen hafta yapılan açıklama, sizce de düşündürücü değil mi?
Bize, suları yeniden bulandırma gayretleri gibi geliyor.
Bekleyip, hep birlikte göreceğiz…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
28 Mayıs 2008 Çarşamba
YARGI’DAN SERT BİLDİRİ!
Yargıtay Başkanlar Kurulu, özetle Yargı Erki’nin bağımsızlığı ve Yargı’ya içeriden yada dışarıdan hiçbir gücün baskı yapamayacağı konularında oldukça sert bir Bildiri yayınladı. Danıştay Başkanlar Kurulu da; Hükümet’in, Bildiri’yi, ‘Siyasi ve meşruiyetten yoksun’ olarak nitelemesini, ‘Esefle Karşıladıklarını’ belirten bir açıklamayla, Yargıtay başkanlar Kurulu’na destek verdi.
Geçen haftanın ortalarında, Yargıtay Başkanlar Kurulu’ndan çok sert bir açıklamada bulunuldu. ‘Muhtıra Gibi Bildiri’ yorumlarının ağırlıkla yapıldığı Açıklama’nın hedefinin AKP ve Zihniyeti hükümeti olduğu ilk bakışta fark ediliyor.
Yargı’ya yönelik olarak sıralanan eleştiriler ile AKP’yi kapatma davası ve hükümetçe yürütülen sinsi Anayasa Değişikliği konularında oldukça sert ifadelerin yer aldığı Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi, toplumun önemli bir kısmı tarafından takdir ve beğeniyle karşılandı.
Kimi çevrelerin, ‘Geç Bile Kalındı’ şeklindeki yorumlarına karşın; Dinci Medya ile AKP ve Zihniyeti’nin nimetlerinden nemalanan bir kısım İşbirlikçi Medya’nın, Bildiri Karşıtı açıklamaları, yazıları ve televizyon programları, malum Zihniyeti yeterince rahatlatmadı. Hükümet kanadında, bekledikleri ve de arzu ettikleri sempatiyi oluşturmadı.
Beklentileri karşılanmayan Hükümet üyeleri, hemen karşı atağa geçti. Gerek Hükümet Sözcüsü ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, gerekse Adalet bakanı olarak Mehmet Ali Şahin, işgal ettikleri koltuklara yakışmayan ifadeler sarf ettiler.
AKP VE ZİHNİYETİ PANİKLEDİ
RTE, gözündeki bir rahatsızlığı dolaysıyla ve doktorunun tavsiyesi ile evinde istirahat ederek, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’na katılmazken; Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun Bildirisi’nin hemen ardından, adeta anında iyileşmişçesine, evinden çıkarak Başbakanlığa geldi. Kurmaylarıyla bir değerlendirme toplantısı yaptı. Bu değerlendirme mini zirvesinin ardından, AKP ve Zihniyeti adına yapılan açıklama da kurmaylarından geldi.
Bakan Şahin, ‘Bildiri siyasi ve gereksiz. Dam üstünde saksağan gibi’ gibi bir açıklamada bulundu.
Cemil Çiçek ise; Meclis’te yaptığı bir basın toplantısında, daha sert ifadelerle açıklama yapmaya çalışarak, bildirinin, ‘Büyük bir talihsizlik olduğunu, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun Bildiri yayınlama yetkisi olmadığını, Bildiri’nin demokratik meşruiyetinin olmadığı gibi, hukuki meşruiyetinin bulunmadığını…’ belirtti.
Hızını alamayan Çiçek, ‘Bildiri yasal değildir. Bu, siyasi bir yorumdur ve kabul edilemez. Yargıtay Başkanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi’nde görülen bir dava için taraf olmuştur. Açıkça Mahkeme’yi etkilemeye yönelik hukuk dışı bir tavırdır…’ dedi.
Hasta olduğu şeklindeki haberleri tüm dünyaya yayarak, 19 Mayıs’taki törenlere katılmama gerekçesi ve tezgahını kurgulayan ve bunda nispeten de başarılı olan RTE, Yargıtay Başkanlar Kurulu Bildirisi’nin ardından, aniden iyileşiverdi.
RTE’nin hasta olduğuna zaten inanılmamıştı. Bir çok hareketlerinde olduğu gibi, bu da, 19 Mayıs törenlerine katılmamak için tasarlanmış bir tezgahtı… İspat için de; Bildiri’yi alınca, birden iyileşip, ayağa kalktığı gösterilebilir…
CUMHURİYETİ, KURUMLARI SAHİPLENİYOR
Dinci Zihniyet’in, Ilımlı İslam yutturmacasıyla, Dini Esaslı Devlet yani Şeriat Devleti hevesi uğruna, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’e ait değerlerimizi, vatandaşlarımızın kafalarından silebilme ve de özellikle Atatürk Gençliği’nin ilgisini başka alanlara çekebilme yolunda oldukça mesafe katettikleri gözlerden kaçmıyor.
Türk Ulusu’nun bir araya gelebilmedeki güçlüklerinden de yeterince yararlanan bu kesim, gemi iyice azıya almıştı.
Bu noktada, Cumhuriyet’in Kurumları’nın, Tehlikenin Büyüklüğü karşısında üzerlerine düşeni yapmasından daha doğal ne olabilir?
Bu anlayış çerçevesinde yorumladığımız Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 21 Mayıs 2008 tarihinde yayınladığı Bildirisi’nin tam metnini, aşağıda okurlarımızın dikkatlerine sunuyoruz:
YARGITAY BAŞKANLAR KURULU BİLDİRİSİ
“Kuruluşunun 85. yılında Cumhuriyetin temel niteliklerinin tartışmalara ve yeni tanımlamalara konu edilmesinden ve Yargı erkine yönelik sistemli saldırıların ivme kazanmasından duyduğu kaygıyla Yargıtay Başkanlar Kurulu;
Aşağıdaki görüş ve önerilerini, adına yargı yetkisi kullanmaktan onur duyduğu Yüce Milletiyle paylaşmak gereğini duymaktadır.
Tartışılmaz bir gerçektir ki;
‘Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti’ idealinin, yüceltmeyeceği kişi ve kurum yoktur.
Cumhuriyetin temel niteliklerini benimseme, sahiplenme ve koruyup yüceltme işlevinde, Devletin temel organları olarak Yasama, Yürütme ve Yargı, Anayasa gereği, uygar bir işbölümü ve işbirliğiyle yetki ve sorumluluk üstlenmiş, erkler arasında üstünlük sıralaması olmadığı, üstünlüğün sadece Anayasa’da bulunduğu ilkesi getirilmiş, yargının bağımsızlığına özellikle vurgu yapılmıştır.
Ne var ki;
Bir yıla yakın süreçte ve özellikle son zamanlarda, giderek artan bir biçimde, Yargı erkine yönelik ve hukuk devleti olma ilkesiyle bağdaşmayan sistemli saldırılar, anılan temel ilkeleri zedeler olmuştur.
Süreklilik gösteren bu davranışlar, toplumun, çözüm bekleyen sorunlarının ve gerçek gündeminin ötelenmesine, gelişimine harcanması gereken zamanın gereksiz biçimde yitirilmesine neden olur hale dönüşmüştür.
Bu cümleden olarak;
Gelişen dünyaya uyumda yetersiz kalan Anayasanın kimi hükümlerinin yenilenmesi konusunda oluşan genel kabulden yararlanılmak suretiyle bir siyasi görüşün istek ve direktifi doğrultusunda bütünü değiştiren bir taslak hazırlattırılarak, ‘En doğru ve en çağdaş Anayasa’ tanımlamasıyla kamuoyuna sunulmuş, Anayasaların en geniş toplumsal mutabakatla, tartışma, uzlaşma ve sahiplenmelerle hazırlanması gerekeceği göz ardı edilmiş, böylece ilk ciddi gerilim, beklenmedik bir zamanda ve hiç de gerekli olmayan yöntemle gündeme yerleştirilmiştir.
Taslağın, içeriği itibariyle ‘Lâik Cumhuriyet, hukuk devleti ve Yargı bağımsızlığı’ temel kavramlarıyla önemli ölçüde çelişmesi, haklı tepkilere zemin hazırlamış, o evrede Yargıtay Başkanlar Kurulu, 28.09.2007 günlü bildirisiyle;
‘1-Yürürlükteki Anayasanın özünü ve lâik Cumhuriyetin dayanağını oluşturan ve metne dahil olduğu 176. maddede ifade edilen ‘Başlangıç’ bölümünün sözünde ve özünde kısaltma yapılarak etkisiz hale getirilmesinin kabul edilemeyeceği,
2-Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümleri korunur gibi görünse bile başka maddelerde yapılacak değişikliklerle Cumhuriyetin temel ilkelerinin zaafa uğratılmasının benimsenemeyeceği,
3-Cumhuriyetin vazgeçilmez temel dayanağını oluşturan ve Yüksek Mahkeme kararları ile çerçevesi isabetle çizilmiş olan lâiklik ilkesinin doğrudan veya dolaylı yeni düzenlemelerle zayıflatılmasının kesinlikle kabul edilemez olduğu,
4-Tarafsızlığı tartışma konusu olamayacak, bağımsızlığı ise bir türlü sağlanmak istenmeyen Yargı Erki’ni, Yasama ve Yürütmenin denetim ve hakimiyetine daha ziyade çekme niyetini açığa çıkartan önerilerin asla uygun bulunamayacağı,
Açıklanan vazgeçilmez ilkeler doğrultusunda ve bu sorumluluk duygusu ile gelişmelerin takipçisi olunacağı…’
yönündeki karşı duruşunu Ulusuna duyurmak zaruretini hissetmişti.
Toplumun yoğun ve isabetli refleksi, anılan taslağın yasalaştırılması girişiminde duraksama yaratmış; ancak, Anayasanın 10. ve 42. maddeleriyle ilgili değişiklik, engellenemeyen bir hızla yasalaştırılmıştır.
Tüm gelişmeleri izleyip değerlendiren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Anayasanın ve yasaların kendisine yüklediği sorumluluğun gereği ve tezahürü olarak, yasal yöntemle topladığı kanıtlara dayanmak suretiyle bir siyasi parti hakkında iddianame düzenleyerek Anayasa Mahkemesi nezdinde yargılama ve müeyyide talebinde bulunmuş, ne var ki talebin muhatapları ve onların yandaşları, iddianamenin kurumsal olduğu gerçeğini gözardı ederek, akla, mantığa ve hukuka aykırı tavır, söylem ve yazılarla ve hatta çoğu suç teşkil eden davranışlarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nı, toplumun tepki ve husumetine muhatap kılmaya yönelmişlerdir.
Bu türden davranışların, kişisel tatmin duyguları ötesinde, yargılanan siyasi kuruluşa hukuken hiçbir yarar sağlamayacağı, yargılamanın sonucunu da etkileyemeyeceği gözetilmemiş, zaman zaman şiddetini kaybetse de bütünüyle sona erdirilmediği, belki de bilinçli tarzda sona erdirilmek istenmediği gözlenir olmuştur.
Süreçte;
Çelişki ve yanlışlıklar sürdürülmüş, açılan davayı Anayasal ve yasal sorumluluk ve yetkinliğiyle hukuka uygun olarak değerlendirilip sonuçlandıracağında hiçbir kuşku bulunmayan Anayasa Mahkemesi’nin, her tür etkiden uzak biçimde yargı yetkisiyle baş başa bırakılması ve sonucun saygıyla karşılanacağı kanısının yaratılması yerine, Anayasa’nın 138. maddesi hükmünü gözardı eder bir sorumsuzlukla, yargıyı etkilemeye yönelik tavır, davranış ve görüş açıklamaları artan bir hızla sergilenmiştir.
Yargı huzurunda, kendini ve siyasi teşekkülünü hukuka uygunluk içinde savunmak, ithamların asılsızlığı inancına sahip olunuyorsa kendi karşı kanıtları ve gerekçeleriyle iddiaları çürütmek yerine, ‘Dilediği her şeyi yapabilme yetkisini halktan aldığı’ gibi şaşırtıcı bir inançla, Yargıyı ve mensuplarını halka şikayet ederek, hedef göstererek, hatta yabancı kişi ve kuruluşların yardım ve katkılarını sağlayarak, Türk yargısını etkileme niyet ve gayretine girmek suretiyle, açılan kapatma davasında lehe sonuç alma heves ve yöntemleri sıklıkla denenir olmuştur.
Son olarak;
Avrupa Birliği genişlemeden sorumlu Komiseri’ne ‘Yargı Reformu Strateji Taslağı’ adıyla bir belge tevdi olunmuş, bu konuda Yargıtay’ca yapılan düzeyli ve hukuki uyarıya, hiç de icaplı olmayan biçimde karşılık verilmiş, zamanlaması, biçimi ve içeriği itibariyle, kabulü mümkün olmayan böylesi bir taslakla, yürütme erkinin nasıl bir yargı erki yaratmak istediği gün ışığına çıkarılmıştır.
Yargı erkinin geleceğini şekillendirecek böylesine ciddi bir taahhüdün, yargıda reformu geçmişten bu yana ısrarla savunan, tüm toplumca benimsenir nitelik ve nicelikte öneriler saptayan ve bu önerileri de Avrupa Birliği temsilcilerine kabul ettirerek geçmiş tavsiye kararlarına yansıttıran Yargıtay’a sunulmadan, görüş, düşünce ve deneyimlerinden yararlanmadan diğer Yüksek Mahkemelerin ve yargı erkinin sair üst organ ve kuruluşlarının ve mensuplarının görüş ve önerilerinden de yararlanma gereksinimi duymadan Avrupa Birliği yetkilisine verilmesinin Devlet sorumluluğuyla bağdaşmayacağı, hiçbir gerekçeye de sığınılarak açıklanamayacağı ortadadır.
Kaldı ki, yayımlanmış içeriği itibarıyla reform gibi gösterilen ve gerçekleştirileceği Devletçe taahhüt edilen birçok önerinin, yargı bağımsızlığı adına asla kabul görmeyeceği, yoğunluğunun Avrupa Birliği’nin önceki istişare ve ilerleme raporlarıyla ve keza kabul görmüş uluslararası yargı bağımsızlığı kavramlarıyla büyük ölçüde çeliştiği gözlemlenmiştir.
Bu bağlamda;
Avrupa Birliği ilerleme raporlarında, Yargıtay’ın da görüşlerine uygun olarak yer alan;
1-Türk yargı erkinin bağımsızlığını zedeler düzeyde, yürütme erki kaynaklı müdahalelerin giderilmesi gereğine ilişkin tavsiyelerin dışlandığı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumunda Bakan ve Müsteşarın yer alışının, ‘Milli hakimiyet ilkesine yönelik önemli bir adım’ olduğu gerekçesiyle savunulup korunduğu, bununla da kalınmayarak, geçmişte sakıncaları görülerek uygulanmasından vazgeçildiği gözetilmeden, ‘Yargı’nın yasama organına karşı sorumluluğunu temin’ adı altında Yasama’nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na üye seçmesinin gerekliliği ve bu doğrultuda düzenlemeler yapılacağının ifade edildiği, böylece Yasama erkindeki etkinliğini kullanarak, yargıç ve Cumhuriyet savcıları üzerinde Yürütme Erki’nin baskı ve denetiminin geliştirilmek istendiği,
2-Yargı mensuplarının yürütme erki güdümünde bir sivil örgütlenme oluşturabilmelerinin öngörüldüğü, bağımsız ve özgür bir kuruluşa izin verilemeyeceği görüşünün öne çıkarıldığı,
3-Tüm olumsuz koşullara karşın, yargı işlev ve yetkisini özveriyle yürüten yargıç ve Cumhuriyet savcılarının, her türden engele rağmen ulaştıkları başarı düzeyini takdirle değerlendirmek, özlenen yargı hizmetinin sunulamamasının nedenlerini isabetle saptamak ve diğer erklerin sorumluluğu kapsamındaki eksikleri gidermek yerine, karşılaşılan olumsuzlukların yegane sorumlusu yargı mensuplarıymış gibi bir önyargıyla etik değerlere atıfta bulunulduğu, ‘Yargı’ya güvenin tartışılması’ başlığı altında ‘…asıl sorumluluk öncelikle Yargı’nın kendisine düşmektedir… Bu çerçevede hakimlik makamına, bütün kişi ve kuruluşların yanı sıra ve bunlardan da önce olmak üzere bu makamı temsil eden kişilerin saygı göstermesi ve bu makamda bulunmanın onurunu hissedip bu onura uygun tavır ve davranışlar içerisinde bulunmaları vazgeçilmez bir sorumluluktur.’ sözleri seçilerek, hiç de yerinde olmayan ifadelerle, ulusal yargının ve mensuplarının yabancılara şikayet edilebildiği esefle gözlemlenmiştir.
Bu düşünce, niyet ve tasarrufların, yargı erki adına ve Adli Yargı’nın en üst kurumu olan Yargıtay tarafından asla kabul edilemeyeceği, ‘Bağımsız Yargı hedefiyle’ bağdaştırılamayacağı, dahil olmayı amaçladığımız Avrupa Birliği müktesebatıyla da uyum sağlamayacağı açıktır.
Sorgulamak gerekmektedir ki;
Tüm bu gelişmeler, ısrarlı bir biçimde ve sistemli olarak yargı erkinin bağımsızlığının hazmedilemediğini, tarafsızlığı sağlama adı ve aldatmasıyla yürütmeye yandaş, onu koruyup kollayan ve onun tarafından denetlenen bir yargının oluşturulmasının amaçlandığını belgelemeye yetmektedir.
Hedeflenen budur !
Ancak asla unutulmamalıdır ki;
İnsanlık tarihi, böylesi güdümlü bir yargı ile varlığını sürdürebilen, bireyini güvenli ve mutlu edebilen ve uygarlık yarışında başarılı olabilen hiçbir millet ve devlete tanıklık etmemiştir.
Yüce Türk Ulusu ise bağımsızlığı ve etkinliği eksiksiz bir Yargı Erki’ne her zaman layık olmuştur.
Yüce Ulus adına Yargı yetkisini, bu görüş ve sorumlulukla; kullanmayı sürdüreceğimizi, Yargı bağımsızlığının takipçisi olacağımızı saygıyla duyururuz.”
NİYETLERİ OLDUKÇA AÇIK!
Öteden beri sıkça yazdığım gibi; AKP ve Zihniyeti, her hareketi ve davranışıyla, çeşitli takıyyeler sergilemektedir. Bundan hiç birimizin artık şüphesi olmamalı.
RTE’nin sıkça Atatürkçü olduğunu dillendirmesi ve bunun karşısında da Çağdaş Hukuk sistemini kabullenememesi, Mecelle Hukuku özlemi değildir de nedir?
Ayrıca, yüksek Yargı mensuplarına, ‘Efendi! O senin işin değil. Onu Ulema’ya sormak lazım!’ ifadesinin neresinde çağdaş ve laik Hukuk Sistemi’ne ve yargı mensuplarına saygı olduğunu görüyorsunuz?
Sömürge ülkelerinde bile böylesine kepazelikler yaşanmaz! Yaşanmıyor da!
AB’nin, ülkesinde halen krallık yönetiminin hüküm sürdüğü şarlatanlarını, Atatürk Türkiyesi’nin Meclis’ine getirecek ve içişlerine müdahale edecek tarzda konuşmasına imkan sağlayacaksınız!
Siz, nasıl Atatürkçüsünüz ki; böylesi bir tavır ve davranışa davetiye çıkarıyorsunuz?
Yapılmak istenen oldukça açık… ABD’den talimatla ve AB’nin de tavsiyeleriyle, Atatürk Milliyetçiliği duygusunu Türk Ulusu’nun beyninden söküp atmak!
Ancak bu o kadar kolay değil!
BAĞIMSIZ YARGI HALEN AYAKTA!
Cumhuriyet’in ilk dönem Adalet Bakanları’ndan Mahmut Esat Bozkurt’un, ‘Cumhuriyet’in Hakim ve Savcıları, Meriç kıyısındaki köylünün sabanı ile Bingöl Dağları’ndaki vatandaşımızın kaybolan Oğlağı’ndan sizler sorumlusunuz…’ ifadesinde anlamını mükemmel bir şekilde bulduğu üzere; Bağımsız Yargı, Cumhuriyet’in kendilerine yüklediği sorumluluğun gereğini yapıyor.
Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi’yle yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nde, Yargı Mensupları’nın, diğer kurum ve kişilerinde davranabileceği gibi, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’e ilişkin tehlikeyi sezdiklerinde; gereken tepkiyi vermelerini hiçbir güç engelleyemez.
Eğer, Cumhuriyet’e Sahip Çıkma uğruna gösterilen tepkilerden rahatsızlık duyanlar varsa; bu onların sorunudur…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
BAĞIMSIZ YARGI HALEN AYAKTA!
Cumhuriyet’in ilk dönem Adalet Bakanları’ndan Mahmut Esat Bozkurt’un, ‘Cumhuriyet’in Hakim ve Savcıları, Meriç kıyısındaki köylünün sabanı ile Bingöl Dağları’ndaki vatandaşımızın kaybolan Oğlağı’ndan sizler sorumlusunuz…’ ifadesinde anlamını mükemmel bir şekilde bulduğu üzere; Bağımsız Yargı, Cumhuriyet’in kendilerine yüklediği sorumluluğun gereğini yapıyor.
Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi’yle yönetilen Türkiye Cumhuriyeti’nde, Yargı Mensupları’nın, diğer kurum ve kişilerinde davranabileceği gibi, Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’e ilişkin tehlikeyi sezdiklerinde; gereken tepkiyi vermelerini hiçbir güç engelleyemez.
Eğer, Cumhuriyet’e Sahip Çıkma uğruna gösterilen tepkilerden rahatsızlık duyanlar varsa; bu onların sorunudur…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
26 Mayıs 2008 Pazartesi
HAZIMSIZLIK!
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun, 21 Mayıs 2008 tarihinde yayınladığı Bildiri, Ankara’ya bomba gibi düştü. Toplumun dikkatlerini birden üzerinde toplayan Bildiri, AKP ve Zihniyeti iktidarını şok etti.
Şaşkınlıktın elleri ayaklarına dolaşan AKP ve Zihniyeti kurmayları ve Hükümet üyeleri, ne yapacağını bilemez vaziyette sağa-sola koşuştururken; hasta yatağında, bu paniklemeye yüreği dayanmayan RTE, birden iyileşti. Evinden fırladığı gibi soluğu Başbakanlık binasında aldı. Kurmaylarını çağırdı…
Neydi bu olup / bitenler?
Neler oluyordu?
Nereden çıktı bu Bildiri?
Neden böyle bir Bildiri yayınlanma ihtiyacı duyuldu?
Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun böyle bir yetkisi var mıydı?
gibi daha onlarca soru sordu.
Akabinde, bu ve benzeri sorulara cevap arandı durdu… Sonra ne yapılacağı konuşuldu. Nihayet Hükümet adına, sözüm ona, sert bir açıklama yapılması kararlaştırıldı…
***
Hükümet kanadından yapılan açıklamalar, Bildiri’nin, RTE ve Hükümeti üzerinde yarattığı etkiyi görmeye yetti de arttı bile.
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, ‘Bildiri siyasi ve gereksiz. Dam üstünde saksağan gibi…’ dedi.
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise; ‘Bildiri yasal değildir. Bu siyasi bir yorumdur ve kabul edilemez. Yargıtay başkanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi’nde görülen bir dava için taraf olmuştur. Açıkça Mahkeme’yi etkilemeye yönelik, hukuk dışı bir tavırdır…’ şeklinde konuştu.
Açıkça görülebildiği üzere; Hükümet adına yapılan açıklamalar, maçı çamur sahaya çekme gayretinde olunduğunu gösteriyor. Bildiri’nin kapsamından ziyade siyasi yapıldığı düşüncesini pompalanmaya çalışılıyor.
Halbuki, Hukuk’un Üstünlüğü İlkesi’ne bağlı olan yönetimler, Bildiri’yi hukuksal anlamda tetkik edip, söylenenlerin nedenleri ve çözümleri üzerine eğilir. Ancak, Ilımlı İslam misyonuna soyundukları bilinen AKP ve Zihniyeti cevvalleri, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nu siyasi davranmakla ve Anayasa Mahkemesi’ni etki altında bırakmakla suçluyor…
***
Bildiri’ye destek veren açıklamalar hızla çoğalıyor. Toplumun duyarlı kesimlerinden Bildiri lehine açıklamalar yapılıyor.
Danıştay Başkanlar Kurulu da; Hükümet’in, ‘Bu siyasi bir yorumdur. Bunun demokratik ve hukuki meşruiyeti yoktur’ şeklindeki açıklamasını esefle karşıladıklarını belirterek, Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun bildirisine destek verdi. Aynı amaçlı destekler siyasi partiler, Üniversitelerarası Kurul, Barolar Birliği Başkanlığı ve hukukçulardan da geldi.
Üniversitelerarası Kurul adına Başkan Prof. Dr. Mustafa Akaydın, ‘Türk Yargısı’na yapılan müdahaleyi kınıyoruz…’ şeklinde dile getirdi tepkilerini…
Yargıtay Bildirisi’nin satır aralarını iyiden iyiye gözden geçirdim. Ama, o Bildiri’nin neresinde siyaset var göremedim. Gören varsa söylesin, ben de bileyim…
RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümeti olabildiğince tahammülsüzleşti. Hiçbir eleştiriyi kabullenemiyor, söylenenleri de hazmedemiyorlar. Dertleri; dilediğimizi söyleyelim, her istediğimizi rahatça yapalım, Anayasa’nın orasıyla-burasıyla istediğimiz gibi oynayıp değiştirelim, bulduğumuz her fırsatta Atatürk İlke ve Devrimleri’ni yerden yere vurup, Laik Cumhuriyet’in altını oyalım, ancak hiç kimsenin bunlar karşısında sesi çıkmasın…
Kimseler konuşmasın! AKP ve Zihniyeti hükümetinin yaptıkları eleştirilmesin, çağdaş hukuk bunlar için uygulanmasın, özellikle de muhalif olanlardan asla çıt çıkmasın… ABD’nin talimatları, AB’nin de tavsiyeleriyle, bir sömürge ülkesi gibi, işi götürelim.
Tam bir teslimiyet politikası…
İyi güzel de; birader, adama sormazlar mı?
Sen, nerede yaşıyorsun? diye…
Burası, Mustafa Kemal Atatürk’ün, bin bir güçlükle emperyalist devletlere karşı verdiği Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan büyük bir zaferle çıkarak, Cumhuriyet’in ilanının ardından bir sürü dinci ayaklanmayı da bastırıp kurduğu Türkiye Cumhuriyeti… Burada, öyle elini-kolunu sallayıp rahatça dolaşamazsın. Her zaman her istediğini söyleyemez ve de yapamazsın.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ni yok etmeye soyunup, Laik Cumhuriyet’in altını, sinsi faaliyetlerle, oyamazsın.
***
RTE’nin sorunu, diktatörlük anlayışında olmasında yatıyor. Buna, maalesef başkalarını da alet ediyor görünüyor. Dışarıdan gelen talimatlar çok sert olmalı…
Çağdaş Hukuk Sistemi, Laik Cumhuriyet falan bunların umurlarında değil.
Ellerinde olsa; Türkiye’yi mecelle hukuku sistemine göre yönetirler. Halen ümmet ve teba zihniyeti özleminde oldukları açıkça görülebiliyor. Ama, iş devletten hortumlamaya ve cukkalamaya geldiğinde, ellerine su dökülemeyecek kadar da mahirler…
AKP ve Zihniyeti hükümetinin, öteden beri de bilindiği gibi, bu konularda, sicili bozuktur.
Bugün Yargı’yla inatlaşan RTE ve kurmayları, dün bir başka konudaki inatlaşmayla karşımızdaydı.
Cumhuriyet’in kurumlarının Cumhuriyet’e sahip çıkmalarından çok rahatsız oldular.
Hazımsızlıkları da buradan geliyor.
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
23 Mayıs 2008 Cuma
NAZİ SOYKIRIMI ANITI HAKKINDA...
Almanya’nın Münih kentinde yaşayan ve ULUS GAZETESİ’nin Fahri Temsilcisi olarak faaliyet gösteren ve gerek Gazetemiz’i, gerekse yazılarımızı, oradaki dost ve arkadaşları ile bütün Türk Vatandaşları ile dünyanın diğer ülkelerindeki tanıdıklarına iletmek için gayretlerini esirgemeyen dostum Yemen ÇAYLAR, zaman zaman yaptığı gibi, bu hafta da Nazi Soykırım Anıtları konusundaki verileri göndermiş…
Yemen ÇAYLAR dostumuza bu gayretlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Arkadaşımızın gönderdiklerinden esinlenerek; ben de o meşum olaylar hakkındaki düşüncelerimi yazıya dökmek istedim.
***
Nazi Almanyası’nın tarihe KARA LEKE olarak geçen YAHUDİ SOYKIRIMI konusunun, Türkiye’de çok fazla bilinen bir konu olmadığı maalesef acı ve açık bir gerçektir.
Naziler’in, insanlık tarihindeki en büyük katliamı yapmış olması ve bunu bugün bile savunabilme alçaklığını gösterenlerin bulunması hepimizi derinden düşündürmelidir.
Almanya’nın Dachau kentinde bulunan bir Yahudi Soykırım anıtında yer alanTürk Bayrağı, katledilen Yahudilerin içinde Türk Vatandaşı olanların da bulunduğunun bir kanıtıdır.
Bugün, bir kısım fanatik ırkçı Almanlar’ın, tıpkı diğer milletlerden olanlara zamanla yaptıkları gibi, Türk Vatandaşlarına karşı da, geçmişte Yahudilere uyguladıkları kadar olmasa bile, zaman zaman soykırım amaçlı faaliyette bulunmaya çalıştıkları görülebilmektedir. Yani bu; tehlikenin hep var olduğunu ve bunun giderek de; artış eğilimi gösterdiğinin bir ispatıdır.
***
Yaşadığımız bölge, Avrupa’nın en hassas coğrafyasının önde gelen birimlerinden birisidir. Çok kültürlü olup da; Barış içinde yaşayabilmek elbette bir bedel gerektirmektedir. Ancak, bu bedel, fanatik ve ırkçı hayallerin ve de dolaysıyla eylemlerin doğmasını, hatta uygulanmasını asla haklı göstermez. Gösteremez!
Bu bedelin karşılığı, ne olursa olsun, masum insanların canı olamaz. Olmamalıdır da! Bunu, bütün dünya ve insanlık alemi böyle bilmelidir…
Dün Dachau/ALMANYA ve Linz/AVUSTURYA’da Yahudiler’e karşı uygulananlar ile ABD’de Kızılderililer’in maruz bırakıldığı soykırım uygulamaları, bugün Gazze ile birlikte belki Afrika’nın muhtelif yerlerinde de uygulanmak istenmektedir.
Ancak, insana saygısı olan ve aklı başında bulunan hiçbir dünya ferdinin, sebebi, gerekçesi ve amacı ne olursa olsun; SOYKIRIM’ı kabullenmesi ve uygulanmasını savunması kabul edilebilecek bir olgu değildir. Olamaz da!
Ermeni Sözde soykırımı hakkındaki iddiaları da bu nedenle komik bulduğumu bir kez daha yinelemek isterim. Bu, saçma sapan iddiaların arkasındaki gerçekler, tamamen rant amaçlı gayretlerden başka bir husus değildir. Konuyla ilgili, yakın geçmişte ULUS GAZETESİ’nde yayınladığımız ve tarihin belgeleri içinde gerçekleri Türk Ulusu’na sunmaya çalıştığımız yazılarımız da birer ispattır…
Bu konuda tarihi yazanların çok dikkat etmeleri gerekir. Gerek bireysel, gerekse kitlesel menfaatler için yalan yanlış yazılan ve yönlendirici özellik içeren kitaplar, toplumların genç nesillerini başka yönlere doğru çekebilmektedir. Hatta, hiçbir kabahatleri olmasalar bile; farklı milletlerden olan insanları birbirlerine düşman dahi edebilmekte, nice masum insanların canını vermelerine neden olabilmektedir.
Hatta; en son örneklerinden bir kaçını, yine Almanya’da evleri kundaklanan Türk Aileleri’nde yaşadığımız gibi, sonu büyük ve onarılmaz acılar doğuran olaylar yaşanabilmektedir.
***
Sizlerin de takdir edebileceği gibi; Fanatik Irkçılık, bir nevi terör gibidir. Terörün dini, tabiyeti ve cinsiyeti olamayacağı gibi; Fanatik Irkçılık da böyledir. Kendinden görmediği herkesi düşman beller, onu ne bahasına olursa olsun yok edip, ortadan kaldırmak ister…
Bu durumda; tarihi yazanlara büyük sorumluluklar düşmektedir. Gelecek nesil, bugünü ve geçmişi bu kimselerin yazacakları ve yazdıkları eserlerden öğrenebilme şansına sahiptir. Başkaca da bir şansı yoktur.
Tarihi, belirli bir kimse veya zümrenin malı gibi kaleme alanlar; kendilerini Tarih Mahkemesi’nin adaletinden kurtaramazlar!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
21 Mayıs 2008 Çarşamba
YÜRÜTME, YASAMA'YI BASKI ALTINA MI ALIYOR?
Geçen haftanın ortalarında, Ankara’nın gündemine düşen ani bir haber ortalığı birbirine kattı. Herkesler birbirinden bir şeyler öğrenmeye çalışırken; beklenen açıklama muhatabından geldi…
Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, iki aya yakın bir zamandır izlendiğini açıkladı. Paksüt, yaptığı açıklamada kuru şüphelerden bahsetmediğini ve aracın plakasını dahi aldığını belirterek; ‘Son zamanlarda, aynı tip ve markalardaki bir kısım araçların civarımızda dolaştığını tespit ettik. Bu araçlardan birisinin plakası sahte çıkmıştı. Durumu Ankara Emniyet Müdürü Yılmaz’a söyledim. Bir açıklama henüz gelmedi…’ dedi.
NEDEN ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİ?
AKP ve Zihniyeti’nden bazı bakanlar ile bir kısım milletvekillerinin, izlenme yada dinleme olmadığını ısrar ve inatla söylemelerinin yanı sıra; Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin de; ‘Paksüt’ün, böyle bir izlenim edinmesinin nedenleri üzerinde durulmalı. Sayın Başkanvekili herhangi bir kişi değildir’ şeklinde ve farklı anlamlara davetiye çıkaran bir açıklamada bulundu.
Ayrıca, rastlantıya bakın ki; kısa bir süre önce televizyon kanallarının birinde, yayına telefonla katılan ve ekranda Prof. Dr. Ünvanlı olduğu yazılı ve resmi de bulunan bir kişi; ‘Osman Paksüt’ün kişiliği, bu endişelerden sonra sağlıklı karar vermeye uygun olmayabilir. Psikolojik yönden incelenmeli. Bu durumda sağlıklı bir karar veremez. Anayasa Mahkemesi üyeliği ve Başkanvekilliği görevlerinden derhal istifa etmeli…’ şeklinde bir açıklama yapmıştı.
Adalet Bakanı Şahin’in, yukarıdaki malum açıklamasının, adı geçen Prof.’un açıklamasının arkasından gelmesi ve hemen hemen aynı mealde olması ne garip bir rastlantı değil mi?
Dikkat çekmek istediğim bir başka yön de; Paksüt’ün izlenmeye başlandığını söylediği tarihle, AKP’nin Kapatılması Davası’nın açıldığı tarihlerin, birbirlerine çok yakın olması ve izlenme işinin, davanın açılmasının hemen ardından başlaması başka bir garip rastlantıyı önümüze çıkarmaktadır…
İzlenen şahsın Anayasa Mahkemesi Başkanvekili ve dolaysıyla da üyesi olmasının, bu açıdan bakıldığında oldukça önemli olduğunu düşünmeye başladım.
BASKI VE SİNDİRME AMAÇLI
Cumhuriyet Tarihimiz, siyasi iktidarların, köşeye sıkıştıklarında öncelikle medyaya sonra da Yargı’ya baskı uyguladığını ve çeşitli sindirme yöntemlerine başvurduğunu anlatmaktadır. Bunun adına kimileri, ‘Tahakkümcü Zihniyet’, bazıları ise ‘Sindirme Politikası’ diyor.
Her ne ad ile söylenirse söylensin; Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ni benimsemiş toplumlarda, iktidarların, bugün de yapmaya çalışıldığı gibi, sindirme politikası izlemesi, özellikle de Yasama Organı üzerinde baskı kurmaya çalışması, asla kabul edilebilecek bir husus değildir. Olamaz da!
Bu türden faşizan yöntemler, ancak kapalı rejimlerde kabul görebilir… Nitekim, 1959-1960 yıllarındaki ‘Tahkikat Komisyonu’ uygulamalarını çağrıştıran bugünkü gayretler, o gün olduğu gibi, bugün de uzun ömürlü olamayacaktır. Türk Ulusu buna asla izin vermez…
Bununla birlikte; AKP’nin Kapatılması konusundaki davanın açılmış olmasının ardından başvurulan bu tür çağdışı yöntemlerin, hiç kimseye bir yararı olmayacaktır. Hele hele Yüksek mahkeme üyeleri hakkında, ehil olup/olmadığı da yeterince anlaşılamayan ve belki de Bilim Adamı yaftası yakıştırılmış, kişilerce tıbbi fikirmiş gibi kasıtlı yorumlar yaptırılmasının, asla yakışık almadığı bilinmelidir.
Adalet Bakanı konumunda bulunan hükümet üyesinin açıklamasının da; malum Bilim Adamı’nın açıklamasıyla paralellik arzetmesi olayın başka bir düşündürücü yanıdır.
Bu anlatmaya çalıştıklarımın ortak paydasının; Anayasa Mahkemesi ve dolaysıyla da üyeleri üzerinde; Sindirme Politikası uygulanması ve ilaveten de Baskı kurulmak istenmesinden başka bir husus olmadığı gün gibi aşikardır…
ABD VE AB SÜREKLİ DEVREDE
AKP ve Zihniyeti’nin, 3 Kasım 2002 yılında kazandığı seçimin arkasından iktidara getirilmesi ve hemen ardından, bir kısım muhalefet milletvekillerinin de desteği sayesinde, Bizans Oyunu yöntemiyle, RTE’nin milletvekili seçtirilerek, Abdullah Gül’ün, o dönemde emaneten yürüttüğü, Başbakanlık koltuğuna oturtulması, çok iyi kurgulanmış bir oyunun belirli bir parçası olduğunu, bugüne değin bir çok kez yazdım ve söyledim.
Üstelik de bu oyun yurtdışında planlanıp, Türkiye’de sahneye konuluyor. ABD’nin kucağında oturan ve Amerikan İstihbarat Örgütü’nün himayesinde bulunan malum zat ve şürekası, AKP ve Zihniyeti iktidarıyla görevlendirdiklerinin her adımını kendisi planlamakta ve yapacakları her faaliyeti ABD’den verdiği talimatlarla yaptırmaktadır.
Bu malum zihniyetin amacının Atatürk ve O’na ait bütün değerleri gençlerimizin kafasından silip atmak, dini ve dini değerleri de kullanarak toplumu uyutmak ve Laik Cumhuriyeti insanımızın gözünde değersiz hale getirerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni Dini Esaslı Devlet, yani Şeriat Devleti’ne dönüştürmek olduğunu sıkça dile getirdim.
Bu ifadeden olmak üzere; bugünkü malum Zihniyet’in, ABD’nin desteğini almak için de yapmadıkları kalmıyor.
Uyguladıkları, tam anlamıyla, Teslimiyetçi Politika’dır. Bunun, siyasetteki bir diğer ifadesi de İşbirlikçiliktir…
AB’YE DANIŞMADAN ASLA!
AB’ye üye olmak istenmesinin ardında yatan gerçek de; bu malum amaca hizmet etmekten başka bir şey değildir. AKP ve Zihniyeti’nin, kafasının arkasında sakladığı ve zamanla ortaya sürdüğü gizli fikri de maalesef budur…
AB’yi her konuda Türkiye’nin üstüne salmalarının başka ne gibi bir anlamı olabilir?
Türk Ulusu’na danışmadıkları, toplumun hiçbir kesiminin haberinin bile olmadığı konularda, öncelikle ABD’nin onayı alınıyor, sonra da AB’nin görüşleri mutlaka soruluyor.
En son örneği Yargı Reformu Stratejisi’nde gösterdiler. Kamuoyundan doğru dürüst kimselerin haberi dahi olamamışken; Yargı Reformu StratejisiTaslağı, AB’nin önünde masaya yatırıldı. Konu, AB ülkelerinde enine boyuna tartışıldı.
Anılan Taslağın en ince ayrıntılarına kadar, AB’nin en alt kademedeki memurundan üst kademelerine kadar herkeslerin görüşü alındıktan sonra, 24 Mayıs 2008 tarihinde Antalya’da yapılacak ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Üyeleri, Türkiye’deki Tüm Başsavcılar, Adalet Komisyonu Başkanları ile Adalet Bakanlığı’nın üst düzey Bürokratları’nın katılımıyla gerçekleştirilecek toplantıda tartışılacağı Bakan Mehmet Ali Şahin tarafından açıklandı.
Geçmiş ola Beyefendi!
Aslında siz de bal gibi biliyorsunuz ki; Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’nın son şekli kararlaştırıldı. AB’nin görüşleri ve talimatlarıyla malum Taslak halledildi.
Şimdi göstermelik bir toplantıyla bu ayıplarını aklamaya çalışıyorlar.
Biz de yuttuyduk!
HEPSİ Mİ RASTLANTI?
Anlatmaya çalıştıklarımın hepsi mi garip bir rastlantı? Türkiye Cumhuriyeti’nin altını oyma gayretleri ve Laik Cumhuriyet’in, sinsi bir şekilde yok edilmek istenmesi faaliyetleri, tahmin edilemeyecek bir şekilde mi aynı odak noktasında karşılaştılar?
Hayır! Asla olamaz!
Yapılanların tamamı; bir şekilde uygulanmaya çalışılan Sindirme Politikası ve Baskı’dır. Oldukça da organize ve koordineli bir şekilde yürütülmektedir…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
20 Mayıs 2008 Salı
AKP VE ZİHNİYETİ’NDEN TESLİMİYET POLİTİKASI
Ortalık iyiden iyiye ısındı. Siyasette sert çıkışlar muhalefet kesimini daha da alevlendirirken; RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti dışa bağımlı siyasi anlayışlarından ve teslimiyetçi politikalarından vazgeçmiyorlar.
AB ile olan ilişkilerde son yaşanan krizlerden birisi de; Türkiye-AB Karma Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’in, ‘Türkiye’nin İçişlerine Karışırız…’ şeklindeki sözlerinin neden olduğu ortamdır…
Muhalefet, aklı başına yeni gelmişçesine, bu sözlere sert tepki gösterirken; işbirlikçi medya fazla sesini çıkarmadı. Diğerleri, her zamanki sert ifadelerle yazsalar bile; bireysel tepkinin gücünün yetmeyeceği açık… Asıl olan da kitlesel tepkidir. Ancak; Türk Ulusu, halen henüz ayağa kalkabilmiş gibi görünmüyor…
SİZ, KİM OLUYORSUNUZ?
AB şarlatanları, hazır Türkiye’de bir işbirliği anlayışı yakalamışken; bunu olabildiğince iyi değerlendirmeye çalışıyorlar.
Buna, AKP ve Zihniyeti Hükümeti’nden, destek sayılabilecek manada sözler eklenince, başta O. Rhen ve J. Lagendijk olmak üzere; AB'nin şarlatanlarıyla baş edilemez oldu.
Avrupalılar, Türkiye için besledikleri ve yıllardır adeta bir kin haline getirdikleri duygularını açığa vurmaya başladılar. Yapılmak istenen oldukça açık ve net…
ABD’nin desteğiyle Irak’ın kuzeyinde yuvalandırılan bölücü terör ve hainleri kullanarak Türkiye’yi önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek istiyorlar. Bu amaçlarına ulaşmak için de Haçlı Siyaseti uyguluyorlar…
İnsan hakları ve demokrasi nutuklarının hepsi yalan ve aslı astarı olmayan söylemlerdir. İşin özünde, sömürmeye çalıştıkları milletleri uyutma, gözlerini boyama düşüncesi yatar.
Bunun ispatı için Avrupa Birliği üyelerine bir göz atmak yeter de artar bile… Neredeyse üyelerin yarısın a yakını Krallık İdaresi’yle yönetilmektedir. Adını esnek anlamlı kelimeler koyarak yumuşatmanın hiç gereği yok. Krallık krallıktır…
İşte bu üyelerin şarlatanları, tamamen Haçlı Siyaseti zihniyetiyle, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülkeye, demokrasi ve insan hakları dersleri vermeye kalkışıyor. Kendi gözlerindeki çomakları görmüyor, bizim gözümüzde küçücük bir çöp varmış gibi kıyameti koparıyorlar…
Siz, kim oluyor ve de kendinizi ne sanıyorsunuz?
Ama, kabahatin büyüğü, Teslimiyetçi ve İşbirlikçi politika yapan AKP ve Zihniyeti iktidarında. Dolaysıyla da RTE’de…
RTE VE KURMAYLARI NELER SÖYLÜYOR?
İlk bakışta haksız sayılmazlar gibi görünüyor. Çünkü, RTE ve kurmayları, neredeyse açıktan destek veriyorlar.
RTE’nin, dış müdahaleyi savunur mahiyetteki ifadeleri ve özellikle de; ‘Siz, hem AB’ye katılım müzakereleri yürütecek, uyum çalışmaları yapacaksınız; hem de gelen değerlendirmeleri, -Siz kendi işinize bakın- diyerek karşılayacaksınız. Böyle bir çarpıklık olabilir mi?’ şeklindeki sözleri, düşündüğümü ve yazdıklarımı kanıtlayan ifadelerdi.
Ayrıca, malum Zihniyet’in kurmaylarının ettikleri sözlere bakar mısınız?
-Bülent Arınç, ‘Biz egemenliğimizden vazgeçmiyoruz. AB ile ortak egemenliğe karar vermiş durumdayız’, 24 Ekim 2004 tarihli açıklama…
-Murat Mercan, ‘AB’ye girdiğiniz zaman; anayasayı dolaysıyla da egemenliğin paylaşımını, fiili durum olarak kabul ediyorsunuz. Bunda bir sakınca yok…’, 4 Ekim 2004 tarihli açıklama…
-Cemil Çiçek, Adalet bakanı iken, ‘Anayasa’nın egemenlik ilkesi değişebilir…’
-M. Ali Şahin ise; Yargı Reformu Stratejisi Taslağı’nı, Yüksek Yargı Organları ile hukuk alanındaki bilim adamlarımızın görüşlerinden önce, AB’nin önüne serdi…
Açıklamalar hakkında yapılabilecek yorumu okurlara bırakmak en iyisi… Sadece şunu söylemekte yarar var; Türkiye bu malum Zihniyet tarafından yönetilmektedir…
BUNLARI ÇOK GÖRDÜK!
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan buyana ve Türk Devrimi’ni idame ettirirken, bu ve benzeri işbirlikçi anlayışı gördü ve yaşadı. Acı tecrübeler bile olsa; işbirlikçilerin neler yapabileceğini, Türk Ulusu olarak geçmişte tecrübe ettik…
Mustafa Kemal Atatürk’ün, tarihimize altın harflerle işlenmiş o ünlü sözünü burada bir kez daha ifade etmekte yarar var:
‘-Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.’
Bu münasebetle; Türk Ulusu, artık ‘Vurdumduymaz Olmak’ lüksüne sahip değildir. Bir an evvel toparlanmalı ve ayağa kalkmalıdır.
‘Adamsendeciliğin’ hiç kimseye bir yararı yoktur. Olmayacaktır da!
Yarın çok geç olmadan, Birlik ve Beraberlik içinde, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE için gereken mücadeleyi vermek zorundayız!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
19 Mayıs 2008 Pazartesi
KİTAP TANITIMI
Bu haftaki ULUS GAZETESİ’nde, son haftaların çok okunan bir kitabının tanıtımını yapmaya çalıştım.
Kitap, benim de tanıdığım ve günümüz bilim adamları içinde en mükemmel İlahiyat’çı olarak nitelediğim Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK tarafından yazılmış.
Elinize aldığınızda; bir türlü bırakamadığınız ve adeta bir solukta bitiriverdiğiniz bir kitaptan söz ediyorum.
Kur’an Dini’nin, Türk Ulusu’na anlatılması konusundaki gayretlerini saymakla bitiremeyeceğim Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, dünyanın ve diğer Müslüman milletlerin de, oldukça yakından tanıdığı bir Bilim Adamı.
Eserlerinin bir çok dile çevrildiği ve dünyanın bir çok ülkesinde, yüksek oranda, satıldığı zamanla medyada da yer almaktadır.
Böylesine bir Bilim Adamı’nın bu son eserinin tanıtımıyla ilgili ULUS GAZETESİ’nde yazdığım yazıyı sizlere de sunuyorum:
“ PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK
TÜRKİYE’Yİ KEMİREN İHANET
ALLAH
İLE
ALDATMAK
“Aldatan, sizi Allah ile aldatmasın!”
(Kur’an; Lukman 33, Fatır 5, Hadid 14)
“Hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
TÜRKİYE’Yİ KEMİREN İHANET
ALLAH
İLE
ALDATMAK
“Aldatan, sizi Allah ile aldatmasın!”
(Kur’an; Lukman 33, Fatır 5, Hadid 14)
“Hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı.”
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Bu eser, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün onlarca eserinden birisi. Piyasaya yeni sürülen bu kitapta Y.N. Öztürk; Yüce Allah’ın, Kur’an ile kullarını uyarmış olmasına karşın, Allah İle Aldatma’nın nasıl tezgahlandığını, bunu yapanların bugün nerelere ulaşabildiğini ve müslüman toplumu, özellikle de Türk Ulusu’nu nasıl hayasızca kandırdığını açıkça gözler önüne sermektedir.
Kitabın yeterince anlaşılabilmesine yardımcı olduğunu düşündüğümüz ve okunmasını çabuklaştıracağına inandığımız bir-kaç alıntıyı aşağıda sunuyoruz:
-Kur’an, “Allah İle Aldatmayın!” ihtarında bulunmasına rağmen Türk Halkı, dinine olan derin saygısı yüzünden Allah ile aldatılıyor…
-Allah ile aldatmanın rantından bölücü terör örgütü bile yararlanıyor. PKK’nın başı yandaşlarına şu talimatı veriyor: “Peygamberler şehri Urfa’ya bir ilahiyat akademisi kurun!”…
-Allah ile aldatmak; dini; çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dini vardır ne de imanı. Onun dini-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır…
-Allah ile aldatanlar dokunulmaz, eleştirilmez bir “tahakküm teknolojisi” oluşturmuşlardır. Türkiye’de bu teknolojiyi egemen kılmak istiyorlar ve bunda büyük ölçüde başarılı olmuşlardır…
-Bu bir Haçlı-İngiliz siyasetidir. Atatürk bu şeytani siyaseti, ta 1920’de Müslüman dünyaya tanıtıyor; İngilizlerin siyasetinin, “İslam’ı İslam’la yok etmek siyaseti” olduğunu ilan ediyor…
-Türkiye’de sosyal devleti çöküşün eşiğine getiren sebeplerin başında Allah ile aldatanların yarattığı “sadaka kültürü” ve bu kültürün yarattığı “sömürü merhametçiliği” gelmektedir. AKP iktidarı bu yıkıcı sebebin saltanat dönemini temsil etmektedir. Allah ile aldatanlar, iane çadırlarıyla yetinecek bir toplum özlemektedirler…
-Türkiye’yi Allah ile aldatma zehirinin panzehiri, ancak İslam’ın gerçeği içinden çıkarılabilir…
ULUS GAZETESİ olarak; İslam’ın yanlış aksettirilerek oluşturulan gelenek dini yerine, Allah’ın emri olan Kur’an Dini’ne inanmış olan Müslümanların; bugüne değin nasıl aldatıklarını, bugün bile bir kısım insanlar tarafından hangi tezgahlara sokulmak istenmesinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin nerelere götürülmeye çalışıldığının, açık ve net bir şekilde görülebilmesi için, bir an evvel alınıp okunmasının yararlı olduğunu düşündüğümüz bir yapıt olduğu inancımızı siz okurlarımızla paylaşmak istedik…
Ayrıca; böylesi bir eserin Türk Ulusu’nun hizmetine sunulmasındaki gayretleri münasebetiyle Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e de teşekkür ederiz.”
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
17 Mayıs 2008 Cumartesi
KANALTÜRK’ÜN SATILMASI
Geçen haftanın ilk günlerinde gündeme düşen en önemli konu, Tuncay Özkan’ın sahibi olduğu Kanaltürk televizyon kanalının satılmasıydı.
Ulusalcı çizgide bir yayın anlayışına sahip Kanaltürk adlı televizyon kanalının, kamuoyunda Fethullah Gülen taraftarlığıyla bilinen Koza Grubu’na satılması oldukça olumsuz tepki aldı.
***
İşbirlikçi Medya’dan salvo atışlar başladı. Özellikle, AKP ve Zihniyeti’nin ortaya koyduğu çanaktan beslenen bir kısım yazar-çizer takımı, eleştirilerini terbiye sınırının bile dışına taşıracak boyuta kadar yükseltiler. Çığırından çıkmış yazılar yazıp, yazarlığın etik anlayışına sığmayan sözler sarf ettiler…
Milliyetçilik konusunda sözü kimselere kaptırmayan bir gazetede, Tuncay Özkan’a atfen, ‘-Ben artık dayanamıyorum, pes ediyorum- diyemez. Derse sahtekardır, şarlatandır, korkaktır, Ya da haindir…’ şeklindeki ifadeler bile yazıldı.
Bunun doğru ve yerinde bir söz olduğunu söyleyenlere şunu hatırlatmak isterim:
Bugüne değin gerek siyasi partilerde, gerekse başka alanlarda, şartların mecbur bırakmasıyla, inandıkları davadan ayrılanlar, ya da aykırı harekette bulunmak zorunda kalanlar olmuştur. Bundan böyle de olabilir…
Bunlara, ‘sahtekar, şarlatan, korkak veya hain’ mi diyeceğiz? Eğer böyle söylenecekse; bölücü terör örgütünün başı olan şahsın idam edilmemesine imza koyanların, devrimci önder iken devşirilip AKP ve Zihniyeti’nden bakan olanların yerinde olmak istemezdim.
***
Konu hakkında Tuncay Özkan’ı ve Kanaltürk televizyonu çalışanlarını dinlediğinizde; hak vermemek elde değil.
Özetle, Tuncay Özkan; ‘Eğer satmasaydım, hükümet televizyon kanalını kapatacaktı!’ diyor. Mağduriyetin boyutu çok büyük…
Kanaltürk’ün içine çekildiği durum iç açıcı değil. Çoğunluğu vergiler olmak kaydıyla oldukça yüksek miktarda borç bulunması, yaklaşık 6 aydır, çalışanlara maaş vs ücretler ödenememesi, RTÜK’ün, küçücük bahaneler ve masumane maskelerle yarattığı uygulamaları ile reklam gelirlerinin hemen hemen sıfırlanmış olması, özellikle de ulusal kesimden destek gelmemesi, işin oldukça zora girmesine neden olmuş. Görülebildiği gibi; bu durumda yapılacak fazla bir şey yok!
Dikkat edilirse; burada Dava’ya bir ihanet söz konusu değil. Sadece Kanaltürk kanalı satılıyor ve Eurotürk kanalından yayına devam edileceği açıklanıyor…
Deniliyor ki; idealist insan bu şartlara boyun eğmez, direnir!
İyi güzel de; çalışanlara, uzun zamandır, maaş vs ücretleri ödenemezken; bu insanlar evlerine ekmeği nereden ve nasıl götüreceklerdi? Kirasını nasıl verecek, çocuğunun okul masraflarını ve evinin günlük zorunlu giderlerini nasıl karşılayacaktı?
Bunu hiç düşündünüz mü?
Oturduğunuz yerden ve ununuz, tuzunuz, hatta şekeriniz kuru iken konuşmak, ahkam kesmek oldukça kolay!
Öyle değil mi?
Tuncay Özkan, bütün kriz sürecini Türk Ulusu’na aşama aşama anlatsaydı, belki bu denli tepki almayabilirdi. Evet, buna katılmamak elde değil. Bu da onun hatası…
Efendiler!
Mesele söylediğiniz kadar basit ve kolay değil. Burada Tuncay Özkan veya başka birini savunmak durumunda değilim. Ancak, sizleri de biraz insaflı davranmaya ve aklı başında yazıp-çizmeye davet ediyorum.
Bugün için, AKP ve Zihniyeti’nin dümen suyuna girmeyip de işini götürebilen kaç kişi veya kurum-kuruluş tanıyorsunuz? Hükümet’e muhalif olan medyanın kendi yağı ile kavrulması mümkün görünüyorsa da; bu pek kolay değil.
Nereden mi biliyorum?
Yazı İşleri Müdürü olduğum, yazılarımı yayınladığım ve zor şartlarda çıkarmaya çalıştığımız Gazetemizden…
Reklam gelirleriniz olmaz, davaya inandıklarınızdan, bir şekilde, destek gelmez ise; emin olun götüremezsiniz… Sürekli cepten yersiniz.
İyi de; nereye kadar?
***
Bu gerçeklere karşın; Tuncay Özkan’a ve her şeye rağmen yayınını sürdürmeye çalışan, AKP ve Zihniyeti’ne muhalif medya organlarına haksızlık yapıldığını düşünüyorum.
Kanaltürk’te aylardır çalışanların ücretleri ödenemiyorken kimselerden ‘Tık’ yok. Uğradıkları haksızlıklar karşısında kaç kişi gidip Kanaltürk veya çalışanlarının yanında olmuş ve destek vermiştir?
Ayrıca, Ulusalcı kesimden birileri sermayeyi ortaya koymuş ve Kanaltürk’ü satın almak istemiş de; Tuncay Özkan satmamış mı?
Çeşitli ortamlarda, Birlik-Beraberlik içinde olunması çağrılarına, kuru bir gürültüyle ‘Evet’ deniyorsa da; iş uygulamaya geldiğinde, hiç kimse elini cebine atmıyor.
Peki, o halde nasıl olacak bu iş? Gelirleriniz hiçbir şekilde giderlerinizi karşılamıyorsa; işi nasıl devam ettireceksiniz?
Bir yanda borçlarınız, diğer tarafta malum Zihniyet’in baskısı… İşin içinden çıkmak kolay değil.
En kolayı konuşmak, hem de desteksiz atmak…
Kabul edelim ki; yanılıyorum;
Peki, o halde;
Şimdi, görelim bakalım; konuşmanız kadar destek sağlamanız da kolay olacak mı? Haydi buyurun!
Birlik ve Beraberlik içinde olamayanların, bunu başarma erdemini gösteremeyenlerin, iş bu noktaya geldiğinde; ileri-geri konuşma hakları yoktur.
Olamaz da!
Olay oldu ve bitti… Acı ve tatlısıyla yaşadığımız bir tecrübedir.
Ancak, bu, Ulusal mücadeleyi sekteye uğratmamalı. Türkiye Cumhuriyeti’ni Şeriat Devleti’ne dönüştürmek isteyen Laik Cumhuriyet karşıtı, malum Zihniyet’e karşı olan mücadelemiz, kararlılıkla sürdürülmelidir…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
15 Mayıs 2008 Perşembe
GÜNEŞİ BALÇIKLA SIVAYAMAZSINIZ!
Günlük olayların karmaşıklığı herkeslerin başını döndürür bir noktaya ulaştı. Kimin ne yaptığı, kimi, neyi ve neden savunduğu, nereden ve nasıl kazandığı, ne kadar götürdüğü sokaktaki insanımızı pek ilgilendirmiyor görünüyor.
Vatandaşlarımız, geçinebilme derdinin girdabında dönenip duruyorlar. Siyasetçilerle uğraşan ve ilgilenen yok gibi. Çünkü, Türk Ulusu, siyasetçisine artık güvenmiyor. Bir kısım insanlarımız siyaset yapıyor görüntüsündeler. Ancak, görüldüğü kadarıyla boşuna kürek sallıyor gibiler…
***
Yıllardır dayatılan tüketim çılgınlığı alışkanlığı başarılı oldu sanırım. İnsanlarımızın kazançlarının böylesine düşük olmasına karşın Kart’la yapılan alış-verişler ile çekilen Krediler, hiçbirimizin beklemediği sonuçları koydu önümüze.
Kredi ve Kart borçlarının toplamı 100 milyar YTL’yi aşmış vaziyette…
Bu oldukça yüksek bir rakam. Nasıl ödeneceği de meçhul. Ancak sokaktaki insanlara baktığınızda; sanki televizyon ekranında oynayan bir yerli dizinin bir sahnesini seyrediyor gibi oluyorsunuz… Herkesin paçası düzgün. Düşkün kimseleri göremiyorsunuz…
Bu nasıl oluyor dersiniz?
Bir kısım insanlarımız, yeterince düşünmeden ve genelde medyanın etkilemesiyle yaşamayı tercih etmekteler. Beyinleri çalıştırıp bir şeyler öğrenerek fikir üretmek artık lüks geliyor. Okuma alışkanlığı maalesef yok. Kitap, Dergi ve ciddi anlamda Gazete okumalar yok denecek kadar azaldı. Futbol maçlarına gösterilen ilgi, Ülke’nin TAM BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ’ne gösterilmiyor… İstatistiklere bakıldığında; günlük gazeteler ile Kitap ve Dergi satış rakamlarının hızla düştüğü görülüyor.
Atatürkçü Düşünce ve Aydınlanma ile Türk Devrimi konusunda bir şeyler sormaya çalıştığınızda; aldığınız yanıt maalesef, Atatürk’ün çocukluğuna ilişkin yalan, yanlış bir iki kelimeden öteye geçemiyor.
Toplumun önemli bir kısmının ilgisinin gazetelerin magazin haberleriyle, kimin elinin kimin neresinde olduğunun belli olmadığı televizyon dizilerine yoğunlaştığını ve oralarda gösterildiği gibi bir hayata sahip olabilmek üzerine odaklandığını söylersem yanılmış olmam sanıyorum. Kültürsüzlüğün, maalesef yaşam kültürü olarak kabullenildiği, böylelikle de okumuyor olmanın ve doğal olarak oluşan cehaletin üzerinin örtülmek istendiği bir dönemden geçiyoruz.
Böyle olunca da; bu kitleyi Dini kullanarak uyutmak oldukça kolaylaşıyor. Aynen RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümetinin yaptığı gibi…
Bu durumdan bir an evvel kurtulmak, sıyrılmak zorundayız.
İyi de bu nasıl olacak.
***
Tüketim çılgınlığı ve bunun doğal sonucu olan düşünmek yerine görerek, kolaycı yaşamı tercih etme, hatta Milli Mücadele Tarihi’ni kitaplardan okuyup öğrenmek yerine, para kazanabilme hırsıyla yazılmış ve çoğunluğu tarihsel gerçeklerden uzak senaryoların yansıtıldığı filmlerden öğrenilmeye çalışılması, kültürel yozlaşmışlığı beraberinde getirdi. Kültürel yozlaşmışlık da; ilk olarak, kısmi de olsa, ahlaki yozlaşmışlığı gündemimize oturttu. Bunun için fazla kafa yormaya gerek kalmadan şöyle bir etrafa bakıldığında her şey net olarak görülebilecektedir.
Kültürel yozlaşmışlığın ilk engellediği, kişideki Milli Hisler’dir. Milli Hisler’in törpülenmesi, bireyin milli değer ve duygularına uzaklaşması çöküşün başlangıcıdır ki; felaketler de bu noktada başlar…
Zamanla gazetelerin üçüncü sayfalarını dolduran ve hatta birinci sayfaya kadar ulaşan cinayet haberleri, insanın içini bulandırır boyutlardadır. Hele buna bir de; toplumun genel ahlaki değeriyle uyum sağlamayan magazin haberlerini eklediğinizde, ortalık iyiden iyiye vıcık vıcık bir görüntüyle doluyor… Hal böyle olunca da; ranta dayalı hırs önlenemez boyutlara çıkıyor…
***
Emperyalizm, bir ülkeyi sömürgeleştirmeye böyle başlar. Bu planını da olabildiğince zamana yayar ki; toplum uyanmadan oyuna rahat gelebilsin. Sonunda da Milli Hisleri körelmiş, Milli Tarihi’nden habersiz bir kitleyle yüz yüze gelirsiniz.
Tarihinden uzaklaşmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esaslarını bilmeyen, Atatürk İlke ve Devrimleri’nden ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri ile bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’ndan habersiz bu kesim, çoğunlukla bizim hemen yakınlarımızda bulunan insanlardan oluşmaktadır. Aralarında, herhangi bir şekilde okuma başarısı gösterememiş, kendisini sokağın sözde gizemli girdabına kaptırmış olanlar da göze çarpar elbet… Bu vatandaşlarımızın da; bugüne değin topluma yeniden kazandırılması diye ciddi bir gayrete rastlanılamamıştır…
Ancak; nitelemeye çalıştıklarımın yanı sıra; tam aksi görüntü veren, kendini yetiştirmiş, kültürlü, eğitimli ve Türk Ulusu’na hizmet verebilmek için, çakı gibi hazır olan ve baktığınızda gözlerinin içi parlayan pırıl pırıl Anadolu insanını da göz ardı edemeyiz.
Her ne kadar sayıları az ve genellikle de iktidarlara muhalif olduklarından baskı altında tutulmak isteniyorlarsa da; Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış ve Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne özde bağlı olan bu kesim asla yok edilemez. Çünkü, onlar düşünmenin ve dolaysıyla bilmenin erdemini yakalamıştır.
***
Günümüz bu anlattıklarıma çok uygun düşüyor. Özellikle AKP ve Zihniyeti’nin uyguladığı teslimiyetçi politika, Atatürk Aydınlanması ve Türk Devrimi’ni bir an evvel öğrenebilme arzusunda ve gayretinde olan gençlerimizin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği, ‘Muasır Medeniyetler Düzeyine Ulaşması’ nın önündeki en büyük engeldir.
RTE ve başında bulunduğu AKP ve Zihniyeti hükümeti, her ne kadar Atatürk İlke ve Devrimleri’nin takipçisi olduğunu söylüyorsa da; takiyye yaptığı, ortaya koyduğu ve tam bir aydın ve aydınlık karşıtı uygulamalardan anlaşılıyor.
Amaçları ortada… Gençlerimizin kafalarında Atatürk ve O’na ait olan değerler oluşmamalı ve oluşmaya başlıyorsa da hemen engellenmelidir. Böylelikle emperyalizme daha iyi hizmet verilmiş ve ABD ve AB’nin talimatlarına uygun Teslimiyetçi Politika’nın gereği yapılmış olacaktır. Karşılığında da; Ilımlı İslam ideolojisi adı altında Dinci Yönetim yani Şeriat Devleti yerleştirilmesi sözü alındığı biliniyor…
Bu aynı zamanda; bir Karşı Devrim’in Ayak Sesleri anlamına gelmektedir…
***
Bütün mesele yetişmiş insan faktörüdür. Vatanını seven, Milleti’ne saygılı, Tarihini bilen insanlarımızın engellenmek istendiği açıkça ortada. Yapılmak istenenler, başka ad ve kılıflara uydurularak dayatılmaktadır. Yani, her daim takiyye yapılmaktadır…
Atatürk Gençliği olarak gelin bu oyunu bozalım. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin tezgahını ortadan kaldıralım.
Bize dayatılan kültürel yozlaşmayı ve bunun yol açtığı kısmi de olsa ahlaki çöküntüyü, bilincimiz ve bilgimizden kaynaklanan fikirlerimizin aydınlığında boğalım.
Dinciliğe, bağnazlığa, yobazlığa, gericiliğe ve Atatürk Türkiyesi’ni Ortaçağın derinliklerine çekmek isteyenlerin, ortaya koydukları Bizans oyunlarına ‘Dur!’ diyelim.
El ele, kol kola ve omuz omuza olup, bir araya gelelim ve bu karanlık amaçlı Zihniyeti Aydınlığımızla yok edelim.
Atatürk İlke ve Devrimleri’ni kendisine rehber edinmiş, Akıl ve Bilim’in ışığında yürümeye çalışan Atatürk Gençliği’nin yok edilemeyeceğini ispatlayalım!
Onlara, ‘Güneşin Balçıkla Sıvanamayacağını’ gösterelim…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
14 Mayıs 2008 Çarşamba
TÜRK TELEKOM’DA YENİ BİR PEŞKEŞ DAHA!
Hatırlanacağı üzere, Türk Telekom’un %55’lik hissesi özelleştirilme adı altında ve dolambaçlı yollardan Lübnan’lı Oger Telekom adlı bir şirket aracılığı ile Arap Sermayesi’ne, adeta, sunulmuştu. Bunun karşılığında da 6 milyar 550 milyon dolar para alınabilmişti. Bu şirketin Arap Sermayesi tarafından öne çıkarıldığı bilinmektedir…
Adı geçen şirket, hemen kolları sıvamış ve Telekom’un tarifelerinde ileri-geri oynamalarla, ödediği paranın büyük kısmını kısa bir sürede geri almıştı. Ayrıca, Telekom’un kuruluşu ve büyük ortağı olduğu GSM şirketi AVEA’dan İtalyanlar da çekilince; bu şirketin %80 civarındaki bölümü de Oger’in eline geçmiş oldu.
MAL SAHİBİNE GEÇİYOR
Oger Telekom, Türk Telekom’un, elinde bulundurduğu %55’lik hissesinin %35’ini, Arap Semayesi’nin öne çıkan isimlerinden Suudi Telekom’a, Nisan-2008’de, hemen hemen aldığı fiyatın iki katı gibi bir rakama sattı.
Lübnan’lı şirketin, Telekom’u 6,5 milyar dolara aldığında; Türk Telekom’un toplam değeri yaklaşık 12 milyar dolar olarak ifade ediliyordu. Ancak, Oger’in, hissesinin %35’ini Suudi Telekom’a sattığı fiyatı esas aldığımızda; Türk Telekom’un toplam fiyatı yaklaşık 22 milyar dolar olarak karşımıza çıkıyor.
Yani, Oger Telekom, 2,5 yıl gibi bir sürede karını ikiye katlamıştı. Bu, dünya ölçeğinde ve Telekomünikasyon Sektörü için inanılmaz derecede yüksek bir miktar olarak kabul edilir.
Türk Telekom’un, dünya medyası önünde ve dolambaçlı yollarla, Şeriatçı Sermayeye peşkeş çekildiğinde, göstermelik olarak düzenlenmiş 6 milyar 550 milyon dolarlık çeki eline aldığında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın yüzü görülmeğe değerdi. Gülümsemekten neredeyse yüzünün şekli değişmişti. Bir göbek atmadığı kalmıştı…
Satışın ana hedefinin, Cumhuriyet’in En önemli Kazanımları’ndan olan kuruluşlarımızın şeriatçı sermayenin eline geçmesini sağlamaktı. Bunu söyleyip, yazdığımda; bana kızdıklarını hissettirenler, gereksiz yere ve yersiz bir şekilde Arap alemine yüklendiğimi ima etmeye çalışanların, herhalde bugün söyleyecekleri sözler olmalı…
TEZGAH HENÜZ TAMAMLANMADI
AKP ve Zihniyeti iktidarının Türk Telekom gibi bir kuruluşu böylesine peşkeş çekmesinin etkisi azalmadan, konu hakkındaki eleştiriler dinmeden ve satıştan alınan paranın da ciddi bir hayrı görülmeden; Türk Telekom’un önemli bir kısmının şeriat sermayesinin eline geçmesi elbette hepimiz derinden üzmektedir.
Daha bu üzüntünün acısı geçmeden, piyasa yeni bir haberle sarsıldı. Türk Telekom’un, devletin elindeki %45’lik hissesinin bir kısmı Halka Arz yöntemiyle satılacakmış.
Olayı biraz derinlemesine araştırdığımızda; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın yaptığı çalışmaya ulaşıldı.
Edinilen bilgilere göre; Türk Telekom’un devletin elinde bulunan %45’lik hissesinin %17.25’inin Halka Arz edilmek üzere olduğu gerçeği çıktı karşımıza.
Tezgahın henüz tamamlanmamış boyutları yavaş yavaş görünmeye başladı.
İki farklı hususu görebildik:
Birincisi, Kamu’nun elindeki hissenin %17.25’inin, yasalar gereği, %35’inin Telekom ve PTT çalışanlarına satılması zorunluluğu olduğu, ancak geriye kalan %65’lik hissenin de yabancı yatırımcılara satılacağının planlandığıdır.
Kimdir bu yabancı yatırımcılar?
Hiç kimsenin bildiği yok!
Yerli yatırımcıların yurtdışında kurdukları paravan firmalar mıdır?
Yoksa, Şeriatçı Sermaye’nin adamları mı?
Bu ve bunun gibi sorulara henüz cevap bulunamadı…
İkincisi ise; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Halka Arz konusunda belirlediği fiyattır. Kısa bir süre önce Oger Telekom, Türk Telekom’un tamamı için belirlenen yaklaşık 22 milyar dolar üzerinden hisselerini satmıştır.
Şimdi sıkı durun: Özelleştirme İdaresi’nin belirlediği fiyatlara göre Türk Telekom’un toplam değeri 13.5 milyar dolar olarak belirlenmektedir.
Bu hesaplamayı her kim yaptıysa; kasıtlı bir hesaplama olduğunu gizleyememiş… Çünkü bir aylık bir süre ile Lübnanlı Şirket’in belirlediği toplam fiyat 22 milyar dolar, Başında Metin Kilci’nin bulunduğu Özelleştirme İdaresi’nin belirlediği fiyat ise 13.5 milyar dolar…
Tezgah olabildiğince iyi kurgulanmış.
Siyasi iktidarın eş, dost, akraba, çoluk-çocuk ve yandaş kollamalarına yaklaşık 6 yıldır nispeten alışıldıydı. Artık pastadan alınacak paylara yabancılar da gözünü diktiler. Hükümet de buna adeta çanak tutuyor!
Sizce bu kıyaklar kimin için yapılıyor dersiniz?
MİLLİ İRADE ÜLKEYİ SATMAZ!
RTE’nin her sıkıştığında söylediği söz; ‘Bizi Milli İrade Meclis’e getirdi…’ şeklindedir.
22 Temmuz seçimlerinde alınan %47’lik oy oranına göre RTE’nin değerlendirmesi böyle.
Her ne kadar seçimler üzerindeki, ‘AKP ve Zihniyeti’nin, oyların sayımı esnasında, bilgisayardaki bir program vasıtasıyla, her seçim bölgesinde %25 hazır oyla sayıma girdiği ve daha bir çok sinsi hilenin yapıldığı…’ şeklindeki iddialar gündemdeki yerini koruyor olmasına karşın, 35 milyon civarındaki oyun 16,5 milyonunun AKP ve Zihniyeti'ne verilmiş gibi gözükmesi; Milli İrade’nin AKP ve Zihniyeti’ni iktidara taşıdığı şeklinde asla yorumlanamaz.
RTE, burada ya ciddi derecede eksik bilgiyle yanıltılıyor, ya da kasdi bir davranış söz konusudur…
Diyelim ki; Milli İrade AKP ve Zihniyeti’ni iktidara taşımıştır. O halde şunu sormak isteriz:
Milli İrade, Ülke’nin satılmasına izin verir mi?
Özelleştirme adı altında, Cumhuriyet Dönemi’nin en gözde kuruluşlarının, Şeriatçı Sermaye başta olmak üzere Emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesine göz yumar mı?
Asla!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Adı geçen şirket, hemen kolları sıvamış ve Telekom’un tarifelerinde ileri-geri oynamalarla, ödediği paranın büyük kısmını kısa bir sürede geri almıştı. Ayrıca, Telekom’un kuruluşu ve büyük ortağı olduğu GSM şirketi AVEA’dan İtalyanlar da çekilince; bu şirketin %80 civarındaki bölümü de Oger’in eline geçmiş oldu.
MAL SAHİBİNE GEÇİYOR
Oger Telekom, Türk Telekom’un, elinde bulundurduğu %55’lik hissesinin %35’ini, Arap Semayesi’nin öne çıkan isimlerinden Suudi Telekom’a, Nisan-2008’de, hemen hemen aldığı fiyatın iki katı gibi bir rakama sattı.
Lübnan’lı şirketin, Telekom’u 6,5 milyar dolara aldığında; Türk Telekom’un toplam değeri yaklaşık 12 milyar dolar olarak ifade ediliyordu. Ancak, Oger’in, hissesinin %35’ini Suudi Telekom’a sattığı fiyatı esas aldığımızda; Türk Telekom’un toplam fiyatı yaklaşık 22 milyar dolar olarak karşımıza çıkıyor.
Yani, Oger Telekom, 2,5 yıl gibi bir sürede karını ikiye katlamıştı. Bu, dünya ölçeğinde ve Telekomünikasyon Sektörü için inanılmaz derecede yüksek bir miktar olarak kabul edilir.
Türk Telekom’un, dünya medyası önünde ve dolambaçlı yollarla, Şeriatçı Sermayeye peşkeş çekildiğinde, göstermelik olarak düzenlenmiş 6 milyar 550 milyon dolarlık çeki eline aldığında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın yüzü görülmeğe değerdi. Gülümsemekten neredeyse yüzünün şekli değişmişti. Bir göbek atmadığı kalmıştı…
Satışın ana hedefinin, Cumhuriyet’in En önemli Kazanımları’ndan olan kuruluşlarımızın şeriatçı sermayenin eline geçmesini sağlamaktı. Bunu söyleyip, yazdığımda; bana kızdıklarını hissettirenler, gereksiz yere ve yersiz bir şekilde Arap alemine yüklendiğimi ima etmeye çalışanların, herhalde bugün söyleyecekleri sözler olmalı…
TEZGAH HENÜZ TAMAMLANMADI
AKP ve Zihniyeti iktidarının Türk Telekom gibi bir kuruluşu böylesine peşkeş çekmesinin etkisi azalmadan, konu hakkındaki eleştiriler dinmeden ve satıştan alınan paranın da ciddi bir hayrı görülmeden; Türk Telekom’un önemli bir kısmının şeriat sermayesinin eline geçmesi elbette hepimiz derinden üzmektedir.
Daha bu üzüntünün acısı geçmeden, piyasa yeni bir haberle sarsıldı. Türk Telekom’un, devletin elindeki %45’lik hissesinin bir kısmı Halka Arz yöntemiyle satılacakmış.
Olayı biraz derinlemesine araştırdığımızda; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın yaptığı çalışmaya ulaşıldı.
Edinilen bilgilere göre; Türk Telekom’un devletin elinde bulunan %45’lik hissesinin %17.25’inin Halka Arz edilmek üzere olduğu gerçeği çıktı karşımıza.
Tezgahın henüz tamamlanmamış boyutları yavaş yavaş görünmeye başladı.
İki farklı hususu görebildik:
Birincisi, Kamu’nun elindeki hissenin %17.25’inin, yasalar gereği, %35’inin Telekom ve PTT çalışanlarına satılması zorunluluğu olduğu, ancak geriye kalan %65’lik hissenin de yabancı yatırımcılara satılacağının planlandığıdır.
Kimdir bu yabancı yatırımcılar?
Hiç kimsenin bildiği yok!
Yerli yatırımcıların yurtdışında kurdukları paravan firmalar mıdır?
Yoksa, Şeriatçı Sermaye’nin adamları mı?
Bu ve bunun gibi sorulara henüz cevap bulunamadı…
İkincisi ise; Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın Halka Arz konusunda belirlediği fiyattır. Kısa bir süre önce Oger Telekom, Türk Telekom’un tamamı için belirlenen yaklaşık 22 milyar dolar üzerinden hisselerini satmıştır.
Şimdi sıkı durun: Özelleştirme İdaresi’nin belirlediği fiyatlara göre Türk Telekom’un toplam değeri 13.5 milyar dolar olarak belirlenmektedir.
Bu hesaplamayı her kim yaptıysa; kasıtlı bir hesaplama olduğunu gizleyememiş… Çünkü bir aylık bir süre ile Lübnanlı Şirket’in belirlediği toplam fiyat 22 milyar dolar, Başında Metin Kilci’nin bulunduğu Özelleştirme İdaresi’nin belirlediği fiyat ise 13.5 milyar dolar…
Tezgah olabildiğince iyi kurgulanmış.
Siyasi iktidarın eş, dost, akraba, çoluk-çocuk ve yandaş kollamalarına yaklaşık 6 yıldır nispeten alışıldıydı. Artık pastadan alınacak paylara yabancılar da gözünü diktiler. Hükümet de buna adeta çanak tutuyor!
Sizce bu kıyaklar kimin için yapılıyor dersiniz?
MİLLİ İRADE ÜLKEYİ SATMAZ!
RTE’nin her sıkıştığında söylediği söz; ‘Bizi Milli İrade Meclis’e getirdi…’ şeklindedir.
22 Temmuz seçimlerinde alınan %47’lik oy oranına göre RTE’nin değerlendirmesi böyle.
Her ne kadar seçimler üzerindeki, ‘AKP ve Zihniyeti’nin, oyların sayımı esnasında, bilgisayardaki bir program vasıtasıyla, her seçim bölgesinde %25 hazır oyla sayıma girdiği ve daha bir çok sinsi hilenin yapıldığı…’ şeklindeki iddialar gündemdeki yerini koruyor olmasına karşın, 35 milyon civarındaki oyun 16,5 milyonunun AKP ve Zihniyeti'ne verilmiş gibi gözükmesi; Milli İrade’nin AKP ve Zihniyeti’ni iktidara taşıdığı şeklinde asla yorumlanamaz.
RTE, burada ya ciddi derecede eksik bilgiyle yanıltılıyor, ya da kasdi bir davranış söz konusudur…
Diyelim ki; Milli İrade AKP ve Zihniyeti’ni iktidara taşımıştır. O halde şunu sormak isteriz:
Milli İrade, Ülke’nin satılmasına izin verir mi?
Özelleştirme adı altında, Cumhuriyet Dönemi’nin en gözde kuruluşlarının, Şeriatçı Sermaye başta olmak üzere Emperyalist sermayeye peşkeş çekilmesine göz yumar mı?
Asla!
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
13 Mayıs 2008 Salı
AKP KAPATILIRSA NE OLUR?
AKP hangi milli değerlerimize sahip çıkmış ve yüceltmiş, hangilerini özel korumasına almış da; eğer kapatılırsa bunlar zarar görecekmiş? Söylesinler, biz de bilelim…
Bugünlere Ankara’nın dilinden düşürmediği konuların başında AKP’nin kapatılması gelmektedir. Herkesler, girilen her ortamdaki konuşmacılar, ne yapıp ne ediyor, konuyu Kapatma Davası’na getiriyor.
Ortaya atılan bir sürü görüşün içinde ağırlık, kapatmanın gerçekleşmesi halinde; Ülke’nin bölüneceği şeklinde. Kimileri de, kapatmanın ardından olabilecek muhtemel gelişmeler üzerine görüşlerini ortaya atıyor.
TÜRKİYE BÖLÜNÜR MÜ?
Hayır! Bu asla mümkün değil! Böylesi bir görüşün gerçekle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur. Olması da mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti, AKP’den önce vardı, sonra da olacak ve Atatürk İlke ve Devrimleri’nin aydınlığında varlığını ilelebet sürdürmeye devam edecektir.
Türkiye demek, AKP demek değildir. Olamaz da!
Laik Cumhuriyetimize karşı olanlarla, Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra mücadele başladı. Özellikle, Çok Partili Siyasi Hayat’a geçilmesinin ardından, bana göre kasıtlı olarak başlatılan, Dini siyasete alet etme gayretleri nedeniyle; Laik Cumhuriyet düşmanlarının, bir o kadar daha cesaretlendiğini görüyoruz.
Bunu doğal bir sonucu olarak da; yasaların girintilerinden yararlanarak ve başka görüntülere sığınıp, Atatürkçü söylemleri dillerinden düşürmeyip takiyye yaparak, dinci esasa dayalı siyaset yapan partilerin başımıza açtıkları henüz hafızalardan silinmiş değil.
Demokrasi adı altında dinci dayatma ile geçmişte bir şekilde iktidar ortağı olabilmiş siyasi partilerin, gerçek yüzlerinin ortaya çıkması fazla uzun sürmemiştir. Cumhuriyet’in Yargıçları ve Savcıları, üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına karşın bugün bile takdirle karşıladığımız gayretleri neticesinde, malum zihniyetin partilerini siyasi tarihimizin derinliklerine gönderebilme başarısını göstermişlerdir…
Bugünkü AKP’nin ataları olduğu rahatlıkla söylenebilecek olan ve bugün için siyasi tarihimizin derin dehlizlerinin dibine indirilmiş olan Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi gibi partiler kapatılmış olmasına karşın; Türkiye Cumhuriyeti dimdik bir vaziyette ayaktadır. Ayakta olmaya da devam edecektir! Bunun aksini yapmaya, sıfatı ne olursa olsun, hiç kimsenin gücü yetmez!
SAVUNMA’DA ÖNE ÇIKANLAR
AKP VE Zihniyeti’nin hazırladığı ve 30 Nisan 2008 tarihinde, RTE imzasıyla Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu yaklaşık 100 sayfalık Savunma Metni’nde, dikkatlerden kaçmayan ve özellikle öne çıkarılmak istenen hususlar hemen göze çarpıyor.
‘Bu Dava, maalesef ülkemize ve milletimize ağır ekonomik ve siyasal bedeller ödetebilecek bir süreç başlatmıştır.’
Oldukça iddialı bir söz. Dikkat edilirse; AKP ve Zihniyeti Türkiye’nin ekonomisini düzelttiğini, siyasetini düzgün bir zemine oturttuğunu vb gibi gerçekle ilgisi olmayan hususları dillendiriyor.
Ekonomik rahatlamayı Türk Ulusu asla hissetmemiştir. Bunun kanıtı olarak çalışanlara, emeklilere, dul ve yetim aylığı alanlara, gazilere vb gibi devletten hak ettiği maaşıyla geçinmek zorunda olanlara bakmak yeterli…
Ancak, ekonomide rahatlayanlar var.
Onların kim olduğunu mu merak ediyorsunuz?
Peki, hemen söyleyelim.
-RTE’nin, devletten aldığı yüklü kredi ile Gemicik sahibi olan genç yaşındaki oğlu.
-Kemal Unakıtan’ın, tahmin edilemeyecek büyüklükte ithalatlar yapan oğlu.
-Ulaştırma Bakanı Bin Ali Yıldırım’ın oğlu, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu, geçmişte AKP ve Zihniyeti’ne bir şekilde destek sağlamış olanlar ve daha yüzlerce isim…
Siyasi düzelmeye gelince; AKP ve Zihniyeti iktidarından nemalanmak isteyenlerin ağırlıklı olarak bu Zihniyet yanlısı olmaya çalıştıkları ve nemanın büyüklüğü oranında bu yelpazenin genişlediği hepimizce malum. Bu durumda da; siyasi bir güç görüntüsü verdikleri kaçınılmaz. Ancak, bu sadece menfaat birliğinden öte bir şey değildir…
Savunma’da diğer öne çıkan hususlara gelince;
‘-Bu Dava’yla hukuk sistemimiz zarar görmektedir’
‘-Bu Dava’yla demokrasimiz zarar görmektedir’
‘-Bu Dava’yla ülkemiz ve milletimiz zarar görmektedir’
‘-Bu Dava’yla devletimizin bütünlüğü zarar görmektedir’
gibi satırlar ilk göze çarpanlar…
Hukuk Sistemimiz, asıl RTE’nin, ‘Efendi! O senin işin değil! Onu Ulema’ya sormak lazım’ sözüyle ve zihniyetiyle zarar görmüş ve görmeye de devam ediyor.
Demokrasi olarak savundukları, sadece Türban serbestliği ve her diledikleri yer ve mekanda Laik Cumhuriyet karşıtı sözleri istedikleri gibi söyleyebilme özgürlüğüdür.
Ülkemiz ve Türk Ulusu neden zarar görecekmiş? AKP hangi milli değerlerimize sahip çıkmış ve yüceltmiş, hangilerini özel korumasına almış da; eğer kapatılırsa bunlar zarar görecekmiş? Söylesinler, biz de bilelim…
Devlet’in bütünlüğünün zarar görebileceği iddiasının gerçekle uzaktan, yakından ilgisi yoktur. RTE’nin Genelkurmay Başkanımız hakkında söylediği, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, emrindeki memurundan görüş mü soracaktır…’ şeklinde incitici ve de yıpratıcı sözü henüz unutulmadı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çekirdeğini oluşturan Ordumuz’un başındaki komutanı hakkında bir Başbakan’ın böyle söylemesi, Cumhuriyet tarihimizde eşine rastlanılamayan bir ifade tarzıdır.
Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, bölücü terörle sürdürdüğü amansız mücadele devam ederken, bölgesinde emperyalizmin maşalığını üstlenmiş ve Irak’ın kuzeyinde bölücü terör örgütü ve hainlerin yuvalanmasına ses çıkarmamış olan Talabani haini ve nankörünü Ankara’da görkemli bir şekilde ağırlamanın ne anlama geldiği halen kamuoyunca merak konusudur... Ama, bilenler biliyor… Oyunun nasıl tezgahlandığı ortada…
Adı geçen zavallının, emperyalizmin çanağından beslendiğinin görmezden gelindiği bir yana, Ulu Önder Atatürk’ün Manevi Şahsı’na çıkmamasına dahi göz yumulmuştur. Gerçi bundan memnun dahi olmuşlardır…
Türkiye’yi önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyen bölücü terör örgütünün ve dolaysıyla da hainlerin her türlü ihtiyacının karşılanmasında ve ellerinden gelen her kolaylığı sağlayan Talabani’nin böylesine itibar görmesinin temin edildiği ortamda, AKP ve Zihniyeti hangi bütünlüğün zarar görmesinden bahsediyor?
Barzani çapulcusuyla görüşülmesine neler söylenecek? Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğü, teröristlerle masaya oturmakla mı sağlanacak?
ESAS OLAN AKP DEĞİL, ZİHNİYET’TİR!
AKP’nin kapatılması veya kapatılmaması o kadar önemli değildir. Kapatılırsa, geçmişte olduğu gibi bir başka isim altında yeni bir parti kurulacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Başına Ahmet veya Mehmet geçmiş hiç fark etmez. Burada sorun Ahmet veya Mehmet’in partinin başında bulunmasından ziyade; Zihniyet’in iktidarda olmasıdır…
RTE’ye siyasi yasak getirilirse; yasalarda yapılabilecek kısmi değişikliklerle ara seçim gerçekleştirilir. Bir seçim bölgesinden RTE bağımsız olarak seçilir ve AKP ve Zihniyeti’nin seçilmesini sağladığı Cumhurbaşkanı da; çok rahatlıkla yeni seçilen bağımsız RTE’ye hükümeti kurma görevini verebilir. Bunun da düşünülen çözümlerden birisi olduğundan kuşku duyulmamaktadır.
AKP kapatılmaz da Siyasi Yasaklar konulursa; bu sefer yine pek bir şey değişmez. Bugüne kadar RTE’ye yüklenen görevler, yukarıda da değindiğim gibi; Kapatma Davası’nda adı siyasi yasaklılar arasında olmayan ve malum Zihniyet’in rahle-i tedrisatından geçmiş ve bugünlerde isimleri sıkça dillendirilenlerden Mehmet Ali Şahin, Ali Babacan veya Cemil Çiçek gibilerinden birisi partinin başına geçer, olur biter…
Bu gerçekler göz önünde bulundurularak; dikkat edilmesi gerekenin AKP veya başka bir ad altındaki bir siyasi partinin kapatılmasından ziyade; Laik Cumhuriyet’e karşı olan Zihniyet’in ortadan kaldırılmasıdır.
Bunun en ideal yöntemi de; Türk Ulusu’nun, Atatürk Aydınlanması ve Türk Devrimi gerçeğine dört elle sarılmasıdır.
Bizi biz yapan değerler unutulmamalı ve bunlardan asla vazgeçilmemelidir.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, ‘Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için, O’nun ihtiyacını görebilmek ve O’nun kudretini takdirde ehliyet sahibi olabilmek birinci şarttır!’ ifadesinde mükemmel bir şekilde anlamını bulduğu üzere, Atatürk Gençliği olarak, her zaman Akıl ve Bilim’in aydınlığında yürümeli ve bunu bizden sonraki gençliğe de aktarmalıyız.
Dinci, yobaz, çağdışı ve Atatürk Türkiyesi’ni ortaçağ karanlığına sürükleyerek emperyalizmin kucağına atmak isteyen malum Zihniyet’e karşı birlik ve beraberlik içinde olmak zorundayız…
Rehberimiz, İnancın hakemliğinden ziyade, Bilimin hakemliği olmalıdır…
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
12 Mayıs 2008 Pazartesi
BU VATAN HEPİMİZİN!
Ordumuz’un bölücü terörle mücadelesi amansız bir şekilde sürüyor. Son günlerde, Irak’ın kuzeyinde, bölücü terör örgütü ve hainlerin yeniden yuvalanmaya çalıştıkları sözde barınakları, savaş uçakları tarafından yerle bir edildi.
Diyarbakır’dan kalkan jetler, Kandil Dağı’na bomba yağdırdı. Kandil’in İran tarafında da isabetli atışlarla, ne kadar terörist ini varsa yok edildi. Adeta taş taş üstünde bırakılmadı.
Yabancı bir gazetecinin girdiği bölücü terör kamplarının, Türk Savaş Uçakları’nın bombalamasından sonra, yerle bir edilmiş görüntüleri, ajanslar tarafından bütün dünyaya servis edildi.
Bombalamalar sırasında, yüzlerce hainin bertaraf edildiği belirtiliyor.
Yakın zamana kadar, Güneydoğu’daki bazı illerimizde, gerek mayına basarak, gerekse hain pusularla birkaç askerimizin daha şehit verilmiş olması bardağı taşıran damla oldu adeta. Operasyonlara hız verildi.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki; bölücü terörle ve hainlerle olan mücadele, terör bitirilinceye ve son hain de bertaraf edilinceye kadar sürdürülecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu konudaki tartışılmaz kararlılığı her daim görülmektedir.
***
Ancak, olayın bir başka boyutu daha var.
Türkiye Cumhuriyeti, herhangi bir şekilde kendisini bir tehdit altında gördüğünde; ilgili Kurumların gerekeni yapması Anayasa’nın emridir. Burada bir sıkıntı yok…
Ama, böylesine operasyonların yapılmasına gerek kalmamış olması arzu edilendir.
Fakat bilinen bir gerçek var ki; son 25 yılda, 40 bin civarında vatandaşımızı, bölücü terör ve hainler yüzünden şehit verdik. Bu kolay dayanılabilecek bir durum değildir. Ocaklara ateş parçası gibi düşen acıları, ancak çeken ve yaşayanlar bilir.
Öte yandan, bu dönem içinde yapılmış olan harcamalar da oldukça yüksek meblağlara ulaşmıştır.
Bundan asla şikayetçi değiliz. Olmayız da!
Ayrıca, terörle mücadele sırasında, sebebi ne olursa olsun bölücü örgüte katılmış ve bundan da pişmanlık duymuş olmasına karşın, bölücü örgütün elinden kurtulma bulamamış gençlerimizin de bertaraf olmasına üzülmemek elde değil.
Bu noktada ailelere de büyük görevler düşmektedir. Anne babalar, çocuk sayılabilecek yaşta bölücü terör örgütünün ağına düşen evlatlarına sahip olmalılar. Bu çocukların, küçük menfaatleri karşılığı ve neyin ne olduğunu anlayamadan bölücü örgüt tarafından kandırılıp, birer suç makinesi olmalarına engel olunmalıdır…
***
Bütün olup/bitenlerin, Türkiye üzerine oynana bir oyun olduğu tartışılmaz gerçektir. Yapılmak istenen, Ulus Devlet anlayışımızın ve bu anlayışa dayalı Üniter Devlet yapımızın önce bölünüp, parçalanması ve sonra da yok edilmek istenmesidir…
ABD emperyalizminin desteği, AB’nin de kışkırtmasıyla ve de Talabani ve Barzani gibi çapulcuların aracılığı ile Irak’ın kuzeyinde yuvalanan bölücü terör örgütü ve hainler, kısa ve öz bir şekilde tanımlamak gerekirse; sözde, bölge insanının haklarını savunduklarını iddia ediyorlar.
Aslında bölgeye ne kadar zarar verdiklerini her fırsatta gizlemeye çalışıyorlar. Bunda, bir kısım siyasetçilerimizin de büyük payları olduğu inkar edilemez. Zaten bölücü örgütün siyasi uzantılarının Meclis’e kadar girdiği sıkça söylenmektedir…
Hatta, emperyalizmin yerli işbirlikçilerinin ve holding medyasının da sağladığı desteği unutmamak gerekir. Elbirliği içinde, Atatürk Türkiyesi üzerindeki oyunun figüranlığını yapıyorlar. Gözlerini menfaat hırsı öylesine kaplamış ki; ne büyük hata ettiklerini görmek dahi istemiyorlar.
Halbuki; hepimizin aynı gemide olduğu ve bu gemide bulunduğumuz sürece de birlikte ve barış içinde yaşamamız gerektiği tartışmasız bir gerçektir.
Gemi battığında; bundan hepimiz zarar göreceğiz. Eğer boğulacaksak; hep birlikte boğulacağız!
***
Bölücü terör örgütü ve hainlerle mücadele için harcanan yüksek miktardaki para ile Doğu ve Güneydoğu bölgelerimize neler yapılmazdı ki?
Yapılacak yatırımlardaki istihdam ve bu istihdamın bölgeye getireceği canlılığın kime ne zararı olurdu? Bilakis bölgenin kalkınmasında çok önemli hamle olacak adımlar olurdu…
Bütün bu düşünceler, dış kaynaklı karanlık güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin işine gelmedi.
ABD’nin BOP projesinin devamı uğruna, bir kısım siyasetçiler de dahil olmak üzere, hainler ve işbirlikçilerin, bölgesindeki en önemli güç olarak gördükleri Türkiye’yi hedef seçmeleri boşuna değildi. Açıkça oyuna geldiler. Halen de geliyorlar!
Çok yazık!
Nazım’ın söylediği gibi, ‘Asya’dan gelip, bir kısrak başı gibi Akdeniz’e uzanmış bu topraklar üzerine yerleşmiş Türk Ulusu’, Anadolu’da huzur ve mutluluk içinde ömrünü devam ettirmeye kararlıydı. Halen de kararlıdır!.
Ancak, bundan rahatsız olanlar, bunu bölgedeki çıkarlarına aykırı görenler, işbirlikçi bulup, terör yaratmada başarılı oldular. Sonuçları çok acı bile olsa; maalesef kısmen de olsa başarılı oldular!
25 yılı aşkın bir süredir bölücü terör örgütü ve hainlerle olan mücadelemiz sürmektedir. Gerekirse daha da sürecektir.
Ama unutulmaması ve de göz ardı edilmemesi gereken tek gerçek;
‘Bu Vatan’ın Hepimizin’ olduğudur.
CENGİZ ÖNAL ‘TARAKÇIOĞLU’
conal@ulusgazetesi.com
cengizonal.tarakcioglu@gmail.com
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)